28 Şubat 2017 Salı

Bir Anka Kuşu



      Evin içerisinin akşam sıcağından kurtulması için, balkona çıkıp, bir bira açmak yeter gibi olmuştu. Güney ve doğu tarafındaki panjurları sonuna kadar açtı. Kafasını, balkon korkuluğunun tam köşesine yerleştirip; ayaklarını, sıcaktan yapraklarını aşağıya salmış olan fesleğen saksısının üzerinde durduğu, sehpanın kenarına doğru uzattı. Biraz esmeye başlamıştı sanki; ama nefes almayı zorlaştıran sıcağı dağıtan rüzgâr, düşüncelerini dağıtmaya yetmemişti. 
      Duyulabilecek kadar yakından ama görülemeyecek kadar uzaktan, bir düğün sesi geliyordu. Sille türküsü müydü o çalan?
   "Şu Sille'den aman gece geçtim
         Görmedim annem annem annem"

      Çocukken köyde, toprak damlar üzerinden izlediği düğünler aklına geldi, gülümsedi bir an. Bazı şarkılar /türküler böyle arkadaşınız gibidirler. Bu da köyden bir çocukluk arkadaşıydı işte! Artık ortak hiç bir yön kalmasa bile, karşılaştığınızda -zamanın durduğu o çocukluk anısına geri döner- beraber arığa su katmaya gidersiniz, konuşmadan bakışlarla. Suyun kenarında gördüğünüz kurbağalara güler, sabun ağacının yapraklarını ve giliklerini taşla ezerek ya da birbirine sürterek köpük yapıp, elleriniz buruşana kadar suda oynarsınız. Sonra türkü biter, balkondaki köşeye geri dönersiniz. 

"Aman da Sille Sille Sille
  Çektiğim çille çille çille"

      Düğün şarkıcısı müziğe ara verdi galiba, bir sessizlik oldu birden. Tiz bir hoparlör sesi geldi önce, sonra karşı binanın duvarlarında yankılanıp, muhtemelen oynamaktan yorulanlarla beraber, ağaçların nemli gölgesinin karanlığında kayboldu. Akşamın sıcağını dağıtan hafif rüzgarın şerefine bir yudum daha aldı biradan ve eli, boşta kalmanın refleksiyle 216 paketine gitti. Bir sigara yaktı. Pencere denizliğinin üzerinde, çiçek saksılarının arasında duran kül tablasını gözleriyle buldu ve uzanıp, yanına koydu. Derin bir nefes alırken, paketin içinde kaç sigara kaldığını düşündü. Bilinçsizce yine saymıştı tabii ki; tam 12. İki gün önce, fazla mesaiye bıraktığı işçilerin "Sigaramız yok şefim." bahanesinin bir gereği olarak, zaten yarım olan kartondan beş paket çıkartıp, onlara vermişti. Demek ki kartonda da yedi paket kalmıştı en fazla. Bugün, işsizliğinin ilk günüydü. Yani bir hafta içinde iş bulması lazımdı. Sabah evden her zamanki vaktinde çıkmış, bir gazete alıp, parka gitmişti. İş ilanları, spor sayfası, manşetler, köşe yazıları derken, ölüm ilanlarına kadar her şeyi okuyup bitirmişti. Arayanlar olmuştu bu arada, 'nasıl oldu' diye, 'iş arıyorsan sağa sola soralım' diyenler olmuştu. Bir kaç ilanı da o işaretlemişti, CV göndereyim diye. Derken mesai bitmiş, evin yolunu tutmuştu. Yarınki program yine aynıydı. Evdekilere söylemenin bir yolunu ya da yeni bir işi bulana kadar parklar yazıhâne olacaktı anlaşılan.
     Bu arada düğün şarkıcısı elektro sazını yeniden dıngırdatmaya başladı. "Elektro-saz, nasıl bir icat ya!" diye düşünerek gülümsedi. Köy kökenli, şehirli toplum yaşantısının fon müziği olarak idealdi doğrusu. Hem etnik, hem modern! Şarkıcının sesi, dalgalana dalgalana balkondaki köşesine kadar geldi. Sonra çenesinden tutup önce kafasını yerden kaldırdı, müziğin geldiği yöne çevirdi, sonra kollarından tutup ayağa kaldırdı.

"Yaz baharım kışa döndü,
     Geçti ömrüm başa döndü."

      Derin bir nefes aldı, sesin geldiği muhtemel yöne bakıp, balkon korkuluklarını iki eliyle kavrarken. Aynen böyleydi durumu; tam oldu derken kışa dönen yazlar ve sürekli yollar başa dönerken geçen bir ömür. Sürekli bir koşturmaca, yeni bir hayat kurmaca, sonra hop ve püf! Sıfırdan başlamaca. Hayat böyleydi işte; hiç demeyeceksin "Ben oldum, hiçbir şey beni yıkamaz." diye "Daha ne olabilir ki daha kötü?" ya da "Öyle mutluyum ki artık yerimi buldum." diye... Olur öyle, her şey olur... Bazen hayat seni olduğun yerden alır, bambaşka bir yere koyar ve "Hadi, artık buradan devam et!" der. İşte şimdi yine bir yolun sonunda, yeni bir yolun başlangıcındaydı. Kim bilir daha kaç kere yanacak, kaç kere kül olacak ve kaç kere yeniden küllerinden doğmayı öğrenmesi gerekecekti. 'Hayat!' diye mırıldandı üst üste bir kaç kez. Yorulmuştu artık ama dinlenmeye vakti yoktu, bir iş bulması lazımdı acilen.
     İçeri girip bir bira daha açtı. Ev halkı henüz yokken biraz daha düşünmeye ve son bir keyif yapmaya vakti vardı. Hep başını alıp gitmelerden bıkmıştı artık. "Oturup konuşsaydık geçerdi belki her şey, Başını alıp gitmek sevdaya dâhil değil." diyen adamı düşündü. En fazla da başını alıp gitmek sevdaya dâhildi oysaki. Ait olmadığın hiç bir yere ve hiç kimseye teslim olmamak ve belki bir vuslat hayaliyle, düşülecek çöle, delinecek dağa doğru bir iç yolculuğuydu asıl sevda!
Biradan son yudumu aldı ve kutuyu dikip son damlalar heba olmasın diye, bir kaç kez salladı. Devir idare devriydi artık. Son damlanın da bittiğinden emin olunca, kutuyu balkonun diğer köşesindeki çöpe attı ve yatmadan önceki 'iyi geceler sigarası' için pakete uzandı. Hızlı içilen biralardan mı yoksa kafasından geçenlerin rüzgârından mı bilinmez, hafif çakırkeyif olmuştu. Gayriihtiyari dudakları aralandı ve mırıldanmaya başladı;

"Beni böyle sev seveceksen
Olduğum gibi göreceksen"

Bu şarkı da ilk aşkıydı herhalde, her sarhoş olduğunda hafızasının derinliklerinden tüm söz ve melodisiyle çıkıp gelip, diline yerleştiğine göre. Normal zamanda hiç aklına gelmediğine ve herkesten gizli söylediğine göre... Ve muhakkak ki en saf hâliydi sevmelerin ve hayattan taleplerin! Mırıldanmaya devam ederek içeri girdi, akşam sıcağının iyice çöktüğü odasına doğru yavaş yavaş...

"Girme ömrüme girme gönlüme
Ne dertliymiş bu diyeceksen!"

8 Şubat 2017 Çarşamba

OYUN

"İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak - gerisine ne oluyor?"

Pascal Mercier / Lizbon'a Gece Treni


      Çocukken ya da çok önceleri, uzun süre oynadığım bir oyunum vardı. Yanlış bir şey yaptım diyelim, mesela eve geç kaldım; hemen kafamda olabilecek en kötü senaryoları kurmaya başlardım. Eve girdim, annem şunu dedi, ben bunu dedim gibi kurguları kafamda canlandırırdım. Düşünme süresi uzadıkça, senaryolar da artar, şekillenir ve gittikçe en kötüye doğru hunharca ilerlerdi. Oyunun amacı şuydu; muhakkak kafamdan geçirmediğim bir şeyin olacağı ve olabilecek tüm kötü senaryoları kafamda canlandırıp, yaşarsam; asla gerçekleşmeyeceğiydi. Bu totem bayağı uzun bir zaman beni kurtardı. Buna rağmen yine de kötü bir şey yaşarsam, bunu da kendi hayal gücümün kurgu eksikliğine verip, kendime kızdığım zamanlar oldu. "Tüh, ben bunu niye düşünemedim!" diye. 
     Hayat zamanla, benim tahayyüllerimin çok ötesine geçmeye başlayınca, bu oyunu bıraktım. Ben hiçbirini düşünememeye başlamıştım çünkü ve tahmin edersiniz ki sürekli kaybedilen bir oyunu oynamak zevkli olmuyor. 
     Farklı bir oyuna konsantre oldum bu sefer; güzel şeyleri kurmak üzerine. "Yeterince iyi bir çocuk olursanız, şirinleri siz de görebilirsiniz!" hesabına bir oyun. Olmasını istediğin şeye konsantre oluyorsun bu kez. Ama tüm ayrıntıları kafanda eksiksiz kurman gerekiyor. Mantık hatası yaparsan yanarsın. Mesela; kızarmış ekmek kokusunun doldurduğu bir ev düşün. Çaydanlıktan çıkan nemli buhar ve demlenmiş çay kokusu senden önce gidip sevdiğinin boynuna bir günaydın öpücüğü kondursun. Evi düşün, sabah güneşi vuran mutfak masasını düşün ama hiçbir detayı atlama, yoksa gerçek olmaz. Ekmeğin üzerine sürdüğün reçelin ne reçeli olduğunu atlama sakın. Peynir de mühim bak, bir de zeytin ve illa ki kekik! Unuttuğun bir detay, bir kurgu hatası olursa; gişe başarısı bekleme arkadaşım! Olmaz çünkü! Olmadı zaten.. 
     Sonra kur işte kendine bi işyeri hayali. Yeterince canlandırabilirsen kafanda oluyor; Hulusi Kentmen gibi bir patron, Münir Özkul gibi bir usta, Adile Naşit gibi bir aşçı, Sadri Alışık gibi bir iş arkadaşı kur. Gerçekten düzgün kurabilirsen kafanda oluyor çünkü - tecrübeyle sabit. 
     Çok sonra bu oyun da hep yenilmek kaderiyle karşılaşıyor ama... Sen kanepende oturmuş eflatun bebek yeleği örerken, yünlere karışan sevdiğinin saçlarını şefkatle düzeltiyor gibi yaparken, radyoda Fairuz Le Beirut'u söylerken, sevdiğinin parmak uçları kalbine dokunuyor ama sen uzanıp öpemiyorsun - topu topu kalem tutan beş küçük noktayı...
     Başka bir oyun bulmak lazım şimdi; mesela "İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak -gerisine ne oluyor?" sorusuna bir cevap bulma oynayabiliriz. Sahi ne oluyor? Yaşamamış mı oluyoruz, sevmemiş mi oluyoruz, yoksa acı çekmemiş ya da mutlu olmamış mı oluyoruz? Bunlar, muhakkak birikiyordur bir yerlerde. Olmasını istemediğimiz tüm kötü senaryolar ve kurduğumuz tüm güzel hayaller, muhakkak birikiyorlardır bir yerlerde. Sonuçta sevmek de acı çekmek de bir kabiliyet işi değil mi? Yok, kesin; bir yerlerde çıkacak karşımıza bu moloz yığını. Hüzünlü ev kesikleri gibi ya da -yanından geçenin gözü takılacak; "Bu ev yıkılmadan önce ne şen kahkahalarla örülü duvarları, ne dayanılmaz acılarla kaplı bir çatısı vardı -kimbilir!" dedirtecek.
    Evet; sevmek de acı çekmek gibi bir kabiliyet işi... Şimdi yeni bir oyun bulmalı!