Evin içerisinin akşam sıcağından kurtulması için, balkona çıkıp, bir bira açmak yeter gibi olmuştu. Güney ve doğu tarafındaki panjurları sonuna kadar açtı. Kafasını, balkon korkuluğunun tam köşesine yerleştirip; ayaklarını, sıcaktan yapraklarını aşağıya salmış olan fesleğen saksısının üzerinde durduğu, sehpanın kenarına doğru uzattı. Biraz esmeye başlamıştı sanki; ama nefes almayı zorlaştıran sıcağı dağıtan rüzgâr, düşüncelerini dağıtmaya yetmemişti.
Duyulabilecek kadar yakından ama görülemeyecek kadar uzaktan, bir düğün sesi geliyordu. Sille türküsü müydü o çalan?
"Şu Sille'den aman gece geçtim
Görmedim annem annem annem"
Çocukken köyde, toprak damlar üzerinden izlediği düğünler aklına geldi, gülümsedi bir an. Bazı şarkılar /türküler böyle arkadaşınız gibidirler. Bu da köyden bir çocukluk arkadaşıydı işte! Artık ortak hiç bir yön kalmasa bile, karşılaştığınızda -zamanın durduğu o çocukluk anısına geri döner- beraber arığa su katmaya gidersiniz, konuşmadan bakışlarla. Suyun kenarında gördüğünüz kurbağalara güler, sabun ağacının yapraklarını ve giliklerini taşla ezerek ya da birbirine sürterek köpük yapıp, elleriniz buruşana kadar suda oynarsınız. Sonra türkü biter, balkondaki köşeye geri dönersiniz.
"Aman da Sille Sille Sille
Çektiğim çille çille çille"
Düğün şarkıcısı müziğe ara verdi galiba, bir sessizlik oldu birden. Tiz bir hoparlör sesi geldi önce, sonra karşı binanın duvarlarında yankılanıp, muhtemelen oynamaktan yorulanlarla beraber, ağaçların nemli gölgesinin karanlığında kayboldu. Akşamın sıcağını dağıtan hafif rüzgarın şerefine bir yudum daha aldı biradan ve eli, boşta kalmanın refleksiyle 216 paketine gitti. Bir sigara yaktı. Pencere denizliğinin üzerinde, çiçek saksılarının arasında duran kül tablasını gözleriyle buldu ve uzanıp, yanına koydu. Derin bir nefes alırken, paketin içinde kaç sigara kaldığını düşündü. Bilinçsizce yine saymıştı tabii ki; tam 12. İki gün önce, fazla mesaiye bıraktığı işçilerin "Sigaramız yok şefim." bahanesinin bir gereği olarak, zaten yarım olan kartondan beş paket çıkartıp, onlara vermişti. Demek ki kartonda da yedi paket kalmıştı en fazla. Bugün, işsizliğinin ilk günüydü. Yani bir hafta içinde iş bulması lazımdı. Sabah evden her zamanki vaktinde çıkmış, bir gazete alıp, parka gitmişti. İş ilanları, spor sayfası, manşetler, köşe yazıları derken, ölüm ilanlarına kadar her şeyi okuyup bitirmişti. Arayanlar olmuştu bu arada, 'nasıl oldu' diye, 'iş arıyorsan sağa sola soralım' diyenler olmuştu. Bir kaç ilanı da o işaretlemişti, CV göndereyim diye. Derken mesai bitmiş, evin yolunu tutmuştu. Yarınki program yine aynıydı. Evdekilere söylemenin bir yolunu ya da yeni bir işi bulana kadar parklar yazıhâne olacaktı anlaşılan.
Bu arada düğün şarkıcısı elektro sazını yeniden dıngırdatmaya başladı. "Elektro-saz, nasıl bir icat ya!" diye düşünerek gülümsedi. Köy kökenli, şehirli toplum yaşantısının fon müziği olarak idealdi doğrusu. Hem etnik, hem modern! Şarkıcının sesi, dalgalana dalgalana balkondaki köşesine kadar geldi. Sonra çenesinden tutup önce kafasını yerden kaldırdı, müziğin geldiği yöne çevirdi, sonra kollarından tutup ayağa kaldırdı.
Derin bir nefes aldı, sesin geldiği muhtemel yöne bakıp, balkon korkuluklarını iki eliyle kavrarken. Aynen böyleydi durumu; tam oldu derken kışa dönen yazlar ve sürekli yollar başa dönerken geçen bir ömür. Sürekli bir koşturmaca, yeni bir hayat kurmaca, sonra hop ve püf! Sıfırdan başlamaca. Hayat böyleydi işte; hiç demeyeceksin "Ben oldum, hiçbir şey beni yıkamaz." diye "Daha ne olabilir ki daha kötü?" ya da "Öyle mutluyum ki artık yerimi buldum." diye... Olur öyle, her şey olur... Bazen hayat seni olduğun yerden alır, bambaşka bir yere koyar ve "Hadi, artık buradan devam et!" der. İşte şimdi yine bir yolun sonunda, yeni bir yolun başlangıcındaydı. Kim bilir daha kaç kere yanacak, kaç kere kül olacak ve kaç kere yeniden küllerinden doğmayı öğrenmesi gerekecekti. 'Hayat!' diye mırıldandı üst üste bir kaç kez. Yorulmuştu artık ama dinlenmeye vakti yoktu, bir iş bulması lazımdı acilen.
İçeri girip bir bira daha açtı. Ev halkı henüz yokken biraz daha düşünmeye ve son bir keyif yapmaya vakti vardı. Hep başını alıp gitmelerden bıkmıştı artık. "Oturup konuşsaydık geçerdi belki her şey, Başını alıp gitmek sevdaya dâhil değil." diyen adamı düşündü. En fazla da başını alıp gitmek sevdaya dâhildi oysaki. Ait olmadığın hiç bir yere ve hiç kimseye teslim olmamak ve belki bir vuslat hayaliyle, düşülecek çöle, delinecek dağa doğru bir iç yolculuğuydu asıl sevda!
Bu arada düğün şarkıcısı elektro sazını yeniden dıngırdatmaya başladı. "Elektro-saz, nasıl bir icat ya!" diye düşünerek gülümsedi. Köy kökenli, şehirli toplum yaşantısının fon müziği olarak idealdi doğrusu. Hem etnik, hem modern! Şarkıcının sesi, dalgalana dalgalana balkondaki köşesine kadar geldi. Sonra çenesinden tutup önce kafasını yerden kaldırdı, müziğin geldiği yöne çevirdi, sonra kollarından tutup ayağa kaldırdı.
"Yaz baharım kışa döndü,
Geçti ömrüm başa döndü."
Derin bir nefes aldı, sesin geldiği muhtemel yöne bakıp, balkon korkuluklarını iki eliyle kavrarken. Aynen böyleydi durumu; tam oldu derken kışa dönen yazlar ve sürekli yollar başa dönerken geçen bir ömür. Sürekli bir koşturmaca, yeni bir hayat kurmaca, sonra hop ve püf! Sıfırdan başlamaca. Hayat böyleydi işte; hiç demeyeceksin "Ben oldum, hiçbir şey beni yıkamaz." diye "Daha ne olabilir ki daha kötü?" ya da "Öyle mutluyum ki artık yerimi buldum." diye... Olur öyle, her şey olur... Bazen hayat seni olduğun yerden alır, bambaşka bir yere koyar ve "Hadi, artık buradan devam et!" der. İşte şimdi yine bir yolun sonunda, yeni bir yolun başlangıcındaydı. Kim bilir daha kaç kere yanacak, kaç kere kül olacak ve kaç kere yeniden küllerinden doğmayı öğrenmesi gerekecekti. 'Hayat!' diye mırıldandı üst üste bir kaç kez. Yorulmuştu artık ama dinlenmeye vakti yoktu, bir iş bulması lazımdı acilen.
İçeri girip bir bira daha açtı. Ev halkı henüz yokken biraz daha düşünmeye ve son bir keyif yapmaya vakti vardı. Hep başını alıp gitmelerden bıkmıştı artık. "Oturup konuşsaydık geçerdi belki her şey, Başını alıp gitmek sevdaya dâhil değil." diyen adamı düşündü. En fazla da başını alıp gitmek sevdaya dâhildi oysaki. Ait olmadığın hiç bir yere ve hiç kimseye teslim olmamak ve belki bir vuslat hayaliyle, düşülecek çöle, delinecek dağa doğru bir iç yolculuğuydu asıl sevda!
Biradan son yudumu aldı ve kutuyu dikip son
damlalar heba olmasın diye, bir kaç kez salladı. Devir idare devriydi artık.
Son damlanın da bittiğinden emin olunca, kutuyu balkonun diğer köşesindeki çöpe
attı ve yatmadan önceki 'iyi geceler sigarası' için pakete uzandı. Hızlı içilen
biralardan mı yoksa kafasından geçenlerin rüzgârından mı bilinmez, hafif çakırkeyif
olmuştu. Gayriihtiyari dudakları aralandı ve mırıldanmaya başladı;
"Beni
böyle sev seveceksen
Olduğum
gibi göreceksen"
Bu şarkı da ilk aşkıydı herhalde, her sarhoş
olduğunda hafızasının derinliklerinden tüm söz ve melodisiyle çıkıp gelip,
diline yerleştiğine göre. Normal zamanda hiç aklına gelmediğine ve herkesten
gizli söylediğine göre... Ve muhakkak ki en saf hâliydi sevmelerin ve hayattan
taleplerin! Mırıldanmaya devam ederek içeri girdi, akşam sıcağının iyice
çöktüğü odasına doğru yavaş yavaş...
"Girme
ömrüme girme gönlüme
Ne
dertliymiş bu diyeceksen!"