"İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak - gerisine ne oluyor?"
Pascal Mercier / Lizbon'a Gece Treni
Çocukken ya da çok önceleri, uzun süre oynadığım bir oyunum vardı. Yanlış bir şey yaptım diyelim, mesela eve geç kaldım; hemen kafamda olabilecek en kötü senaryoları kurmaya başlardım. Eve girdim, annem şunu dedi, ben bunu dedim gibi kurguları kafamda canlandırırdım. Düşünme süresi uzadıkça, senaryolar da artar, şekillenir ve gittikçe en kötüye doğru hunharca ilerlerdi. Oyunun amacı şuydu; muhakkak kafamdan geçirmediğim bir şeyin olacağı ve olabilecek tüm kötü senaryoları kafamda canlandırıp, yaşarsam; asla gerçekleşmeyeceğiydi. Bu totem bayağı uzun bir zaman beni kurtardı. Buna rağmen yine de kötü bir şey yaşarsam, bunu da kendi hayal gücümün kurgu eksikliğine verip, kendime kızdığım zamanlar oldu. "Tüh, ben bunu niye düşünemedim!" diye.
Hayat zamanla, benim tahayyüllerimin çok ötesine geçmeye başlayınca, bu oyunu bıraktım. Ben hiçbirini düşünememeye başlamıştım çünkü ve tahmin edersiniz ki sürekli kaybedilen bir oyunu oynamak zevkli olmuyor.
Farklı bir oyuna konsantre oldum bu sefer; güzel şeyleri kurmak üzerine. "Yeterince iyi bir çocuk olursanız, şirinleri siz de görebilirsiniz!" hesabına bir oyun. Olmasını istediğin şeye konsantre oluyorsun bu kez. Ama tüm ayrıntıları kafanda eksiksiz kurman gerekiyor. Mantık hatası yaparsan yanarsın. Mesela; kızarmış ekmek kokusunun doldurduğu bir ev düşün. Çaydanlıktan çıkan nemli buhar ve demlenmiş çay kokusu senden önce gidip sevdiğinin boynuna bir günaydın öpücüğü kondursun. Evi düşün, sabah güneşi vuran mutfak masasını düşün ama hiçbir detayı atlama, yoksa gerçek olmaz. Ekmeğin üzerine sürdüğün reçelin ne reçeli olduğunu atlama sakın. Peynir de mühim bak, bir de zeytin ve illa ki kekik! Unuttuğun bir detay, bir kurgu hatası olursa; gişe başarısı bekleme arkadaşım! Olmaz çünkü! Olmadı zaten..
Sonra kur işte kendine bi işyeri hayali. Yeterince canlandırabilirsen kafanda oluyor; Hulusi Kentmen gibi bir patron, Münir Özkul gibi bir usta, Adile Naşit gibi bir aşçı, Sadri Alışık gibi bir iş arkadaşı kur. Gerçekten düzgün kurabilirsen kafanda oluyor çünkü - tecrübeyle sabit.
Çok sonra bu oyun da hep yenilmek kaderiyle karşılaşıyor ama... Sen kanepende oturmuş eflatun bebek yeleği örerken, yünlere karışan sevdiğinin saçlarını şefkatle düzeltiyor gibi yaparken, radyoda Fairuz Le Beirut'u söylerken, sevdiğinin parmak uçları kalbine dokunuyor ama sen uzanıp öpemiyorsun - topu topu kalem tutan beş küçük noktayı...
Başka bir oyun bulmak lazım şimdi; mesela "İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak -gerisine ne oluyor?" sorusuna bir cevap bulma oynayabiliriz. Sahi ne oluyor? Yaşamamış mı oluyoruz, sevmemiş mi oluyoruz, yoksa acı çekmemiş ya da mutlu olmamış mı oluyoruz? Bunlar, muhakkak birikiyordur bir yerlerde. Olmasını istemediğimiz tüm kötü senaryolar ve kurduğumuz tüm güzel hayaller, muhakkak birikiyorlardır bir yerlerde. Sonuçta sevmek de acı çekmek de bir kabiliyet işi değil mi? Yok, kesin; bir yerlerde çıkacak karşımıza bu moloz yığını. Hüzünlü ev kesikleri gibi ya da -yanından geçenin gözü takılacak; "Bu ev yıkılmadan önce ne şen kahkahalarla örülü duvarları, ne dayanılmaz acılarla kaplı bir çatısı vardı -kimbilir!" dedirtecek.
Evet; sevmek de acı çekmek gibi bir kabiliyet işi... Şimdi yeni bir oyun bulmalı!
Hayat zamanla, benim tahayyüllerimin çok ötesine geçmeye başlayınca, bu oyunu bıraktım. Ben hiçbirini düşünememeye başlamıştım çünkü ve tahmin edersiniz ki sürekli kaybedilen bir oyunu oynamak zevkli olmuyor.
Farklı bir oyuna konsantre oldum bu sefer; güzel şeyleri kurmak üzerine. "Yeterince iyi bir çocuk olursanız, şirinleri siz de görebilirsiniz!" hesabına bir oyun. Olmasını istediğin şeye konsantre oluyorsun bu kez. Ama tüm ayrıntıları kafanda eksiksiz kurman gerekiyor. Mantık hatası yaparsan yanarsın. Mesela; kızarmış ekmek kokusunun doldurduğu bir ev düşün. Çaydanlıktan çıkan nemli buhar ve demlenmiş çay kokusu senden önce gidip sevdiğinin boynuna bir günaydın öpücüğü kondursun. Evi düşün, sabah güneşi vuran mutfak masasını düşün ama hiçbir detayı atlama, yoksa gerçek olmaz. Ekmeğin üzerine sürdüğün reçelin ne reçeli olduğunu atlama sakın. Peynir de mühim bak, bir de zeytin ve illa ki kekik! Unuttuğun bir detay, bir kurgu hatası olursa; gişe başarısı bekleme arkadaşım! Olmaz çünkü! Olmadı zaten..
Sonra kur işte kendine bi işyeri hayali. Yeterince canlandırabilirsen kafanda oluyor; Hulusi Kentmen gibi bir patron, Münir Özkul gibi bir usta, Adile Naşit gibi bir aşçı, Sadri Alışık gibi bir iş arkadaşı kur. Gerçekten düzgün kurabilirsen kafanda oluyor çünkü - tecrübeyle sabit.
Çok sonra bu oyun da hep yenilmek kaderiyle karşılaşıyor ama... Sen kanepende oturmuş eflatun bebek yeleği örerken, yünlere karışan sevdiğinin saçlarını şefkatle düzeltiyor gibi yaparken, radyoda Fairuz Le Beirut'u söylerken, sevdiğinin parmak uçları kalbine dokunuyor ama sen uzanıp öpemiyorsun - topu topu kalem tutan beş küçük noktayı...
Başka bir oyun bulmak lazım şimdi; mesela "İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak -gerisine ne oluyor?" sorusuna bir cevap bulma oynayabiliriz. Sahi ne oluyor? Yaşamamış mı oluyoruz, sevmemiş mi oluyoruz, yoksa acı çekmemiş ya da mutlu olmamış mı oluyoruz? Bunlar, muhakkak birikiyordur bir yerlerde. Olmasını istemediğimiz tüm kötü senaryolar ve kurduğumuz tüm güzel hayaller, muhakkak birikiyorlardır bir yerlerde. Sonuçta sevmek de acı çekmek de bir kabiliyet işi değil mi? Yok, kesin; bir yerlerde çıkacak karşımıza bu moloz yığını. Hüzünlü ev kesikleri gibi ya da -yanından geçenin gözü takılacak; "Bu ev yıkılmadan önce ne şen kahkahalarla örülü duvarları, ne dayanılmaz acılarla kaplı bir çatısı vardı -kimbilir!" dedirtecek.
Evet; sevmek de acı çekmek gibi bir kabiliyet işi... Şimdi yeni bir oyun bulmalı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder