20 Kasım 2018 Salı

UÇAN ATLAR, YABAN GÜLÜ VE TANTUNİ


       Cadde arabalarla, kaldırım insanlarla doluydu. Envaiçeşit ışık ve renk, mekânların camlarından, mağazaların vitrinlerinden yansıyıp ortalığa saçılıyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Büyük şehirlerin gökyüzünde geceleri yıldızlar gözükmez, sadece karanlık. Ama ben uçan bir at gördüm, sonra bir zebra ve bir sürü hayvanat, çeşit çeşit, renk renk…
       Yanımdaki arkadaşlarıma baktım. Gökyüzünü gösterdim. Alkol henüz kana karışmamış, sindirim sisteminde gıda muamelesi görüyor olmalıydı. Onlar da uçan hayvanları görünce rahatladım. Az ilerimizde kaldırımın üstünde, elinde bir uçan balonla hareketsiz duran adamı görünce anladım durumu. Satıcı, sermayeyi elinden kaçırmıştı, hepsi bu. Sırtı bize dönük, kafasını havaya kaldırmış, uzay boşluğuna doğru uçan, ekmek parasına bakıyordu. Hüzün, o an, gözle görülen ama elle tutulamayan bir hâl aldı. Elimi adamın düşmüş omuzlarına koyup, gökyüzündeki uçan atlara bakarak, adamla beraber ağlamak istedim. Onun yerine elim sigara paketine gitti. Mekânda sigara içilmediği aklıma geldi. Ceketimi alıp kapının önündeki kaldırıma çıktım.
       Kaldırımı caddeden ayıran korkuluklara yaslanıp bir telafi sigarası yaktım. Arkadaşlarımdan biri de elinde kadehiyle yanıma geldi. Bir dal da ona verip sigarasını yaktım. Aklım gökyüzünde, gözlerim yerdeydi. O esnada yanımıza gelen küçük kızı fark etmemişim. Elinde üç tane, tekli sarılı gül tutuyordu. Çiçek alacak hâlimiz, gül koklayacak durumumuz yoktu. O yüzden kafamı çevirip sigara içmeye devam ettim. Birazdan arkadaş koluma dokunup “Şunu bir tutsana,” diye elindeki kadehi uzattı. Bardağı alınca karşımdaki kızla göz göze geldik. On iki on üç yaşlarında, kumral, güzel gözlü bir kız çocuğuydu. Elinde tuttuğu güllerin ağırlığından değil, ergenliğin fiziksel değişiminin verdiği bir mahcubiyetle hafif kambur duruyordu. Yanımdan geçen arkadaşıma soran gözlerle baktım. O, gözlerime bakmadan, kulağıma eğilip “Açmış,” dedi ve yandaki tantuniciye doğru yürüdü. Kapıdaki ustaya kızı göstererek, bir şeyler söyledi. Yanımıza geri döndüğünde kıza bakıp gülümsedi ve “Ne istiyorsan al oradan,” dedi.
         Kız koşarak gitti. Tam kapıya geldiğinde geri dönüp durdu. Ellerini göğüs hizasında yere paralel iki yaparak, “Abi, iki tane alsam olur mu?” diye tedirgin sordu. Arkadaşım, kolunu havaya kaldırıp elini, uçmaya çalışan bir kuş kanadı gibi sallayarak, “Al, al!” diye mahcup seslendi. Kız, siparişini verirken biz, konuşmadan sigaramızı içmeye devam ettik. İçerden diğer arkadaşımız da yanımıza geldi bu sırada. Siparişini veren kız da geldi, yanımdaki korkuluğun üstüne çıkıp oturdu. Yan gözle onu izlemeye başladım. O da mekânın içindeki neşeli, efkârlı, gülen, konuşan, yemek yiyen ve içen insanları izliyordu.
Birden içerde bir hareketlilik oldu. Müzik değişti, neşeli tanıdık bir melodi çalmaya başladı. Elinde içi ışıklı kocaman balonlar tutan bir garson, kapının yanındaki masaya doğru yaklaştı. Arkasındaki garsonun ellerinde de üzerinde maytaplar yanan bir doğum günü pastası olduğunu görünce anladık durumu. Yan masamızdaki güzel kızın doğum günüydü. Ve neşe, hızla yayılan bir duyguydu; alkışlar kulağa ses hızıyla gelmeden, eller havada birleşmeye hazırlanıyor; kahkahalar duyulmadan, yüzlere bir gülümseme yayılıyordu. Hüzün ve açlık, bir sonraki dalgayla kıyıya vurana kadar, diplere gömülmeye hazırdı. Tanımadığımız insanların sevincine ortak olduk biz de.
“Aaa ne kadar büyük bir bıçak o!” Kafamı, küçük kıza çevirdim. O ise gözlerini kocaman açmış hâlâ şaşkınlıkla garsonun elindeki bıçağa bakıyordu. Hayreti beni de sarmıştı.
“Yok canım, ona bıçak denmez, bildiğin kılıç bu,” diye olayı körükledim.
“Ama çok şey değil mi bu abla, yani gereksiz abartılı falan?” Biraz önce verdiği tepkiden mahcup, gözlerini içerideki kalabalıktan alamadan, bana açıklama yapmaya çalışıyordu. Bense yan gözle onu izleyerek, şaşkınlığıyla eğleniyordum.
“Tabii canım, ne gerek var. Bak bak bir de sapını folyoyla sarmışlar yaldır yaldır. Alt tarafı pasta kesecekler.”
“Ya çok büyük bu bıçak,” diye tekrarladı yüzüne yayılan gülümsemesiyle.
Sonra kahkahalar eşliğinde pasta kesildi, servis yapıldı ve mevzubahis bıçak gözden kayboldu. Sohbet kesilsin istemiyordum. Burada tek başına beklemesini de istemiyordum.
“Senin adın ne?” diye tepeden inme sordum.
“Şilan,”
“Ne güzel ismin var. Anlamını biliyor musun?” deyince gözleri parladı. Oturduğu yerden atlayıp yanıma sokuldu.
“İki anlamı var; biri yaban gülü, biri kuşburnu,” diye anlatmaya başladı.
“Aferin, doğru biliyorsun. Hiç kuşburnu gördün mü peki? O da bir çeşit güldür zaten.”
Elinde tuttuğu gül paketlerini koltuğunun altına aldı ve ellerini kâh çiçek gibi, kâh yaprak gibi kıvırıp bükerek, bize kuşburnunun nasıl bir şey olduğunu anlatmaya başladı. Konu diğer arkadaşların da ilgisini çekmişti. Belli ki ismini seviyor, dağlarda açan dikenli yabani çiçekle kendi şehirli garibanlığını mukayese ediyor ve eninde sonunda gül açma ihtimalini bekliyordu. Gözlerindeki gurur ve sesindeki neşeyi bozmamak lazımdı. Ben de çocukken yaşadığım bir kuşburnu toplama anımı anlatarak güldürdüm onu.
Sonra tantunicinin çırağı siparişi getirdi. Arkadaşım, içeri gidip hesabı ödedi. Kaldırımdaki sohbet bitmişti. İki tantuni hazırlanana, iki sigara içilene kadar süren bir arkadaşlıktı bu. Bize teşekkür etti ve biz de ona afiyet olsun dedik. Biz meyhanedeki masamıza dönene kadar, o sokakta kaybolmuştu bile. Kafamı gökyüzüne kaldırdım; artık hatırlamadığım uçan atlar gitmişti, yıldızlar hâlâ görünmüyordu. Aklımda bir şey vardı, anımsamak için arkadaşlarımın yüzüne baktım. Ellerimiz kadehlerimize gitti, önce çaktırmadan tabağın kenarına vurdum, sonra kaldırıp havada tokuşturduk:
“En kötü günümüz böyle olsun!”