Cadde arabalarla, kaldırım
insanlarla doluydu. Envaiçeşit ışık ve renk, mekânların camlarından,
mağazaların vitrinlerinden yansıyıp ortalığa saçılıyordu. Oturduğum yerden
kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Büyük şehirlerin gökyüzünde geceleri
yıldızlar gözükmez, sadece karanlık. Ama ben uçan bir at gördüm, sonra bir
zebra ve bir sürü hayvanat, çeşit çeşit, renk renk…
Yanımdaki arkadaşlarıma baktım. Gökyüzünü gösterdim.
Alkol henüz kana karışmamış, sindirim sisteminde gıda muamelesi görüyor
olmalıydı. Onlar da uçan hayvanları görünce rahatladım. Az ilerimizde kaldırımın
üstünde, elinde bir uçan balonla hareketsiz duran adamı görünce anladım durumu.
Satıcı, sermayeyi elinden kaçırmıştı, hepsi bu. Sırtı bize dönük, kafasını
havaya kaldırmış, uzay boşluğuna doğru uçan, ekmek parasına bakıyordu. Hüzün, o
an, gözle görülen ama elle tutulamayan bir hâl aldı. Elimi adamın düşmüş
omuzlarına koyup, gökyüzündeki uçan atlara bakarak, adamla beraber ağlamak
istedim. Onun yerine elim sigara paketine gitti. Mekânda sigara içilmediği
aklıma geldi. Ceketimi alıp kapının önündeki kaldırıma çıktım.
Kaldırımı caddeden ayıran korkuluklara yaslanıp bir
telafi sigarası yaktım. Arkadaşlarımdan biri de elinde kadehiyle yanıma geldi.
Bir dal da ona verip sigarasını yaktım. Aklım gökyüzünde, gözlerim yerdeydi. O
esnada yanımıza gelen küçük kızı fark etmemişim. Elinde üç tane, tekli sarılı
gül tutuyordu. Çiçek alacak hâlimiz, gül koklayacak durumumuz yoktu. O yüzden
kafamı çevirip sigara içmeye devam ettim. Birazdan arkadaş koluma dokunup “Şunu
bir tutsana,” diye elindeki kadehi uzattı. Bardağı alınca karşımdaki kızla göz
göze geldik. On iki on üç yaşlarında, kumral, güzel gözlü bir kız çocuğuydu.
Elinde tuttuğu güllerin ağırlığından değil, ergenliğin fiziksel değişiminin
verdiği bir mahcubiyetle hafif kambur duruyordu. Yanımdan geçen arkadaşıma
soran gözlerle baktım. O, gözlerime bakmadan, kulağıma eğilip “Açmış,” dedi ve
yandaki tantuniciye doğru yürüdü. Kapıdaki ustaya kızı göstererek, bir şeyler
söyledi. Yanımıza geri döndüğünde kıza bakıp gülümsedi ve “Ne istiyorsan al
oradan,” dedi.
Kız koşarak gitti. Tam kapıya geldiğinde geri dönüp
durdu. Ellerini göğüs hizasında yere paralel iki yaparak, “Abi, iki tane alsam
olur mu?” diye tedirgin sordu. Arkadaşım, kolunu havaya kaldırıp elini, uçmaya
çalışan bir kuş kanadı gibi sallayarak, “Al, al!” diye mahcup seslendi. Kız,
siparişini verirken biz, konuşmadan sigaramızı içmeye devam ettik. İçerden
diğer arkadaşımız da yanımıza geldi bu sırada. Siparişini veren kız da geldi,
yanımdaki korkuluğun üstüne çıkıp oturdu. Yan gözle onu izlemeye başladım. O da
mekânın içindeki neşeli, efkârlı, gülen, konuşan, yemek yiyen ve içen insanları
izliyordu.
Birden
içerde bir hareketlilik oldu. Müzik değişti, neşeli tanıdık bir melodi çalmaya
başladı. Elinde içi ışıklı kocaman balonlar tutan bir garson, kapının yanındaki
masaya doğru yaklaştı. Arkasındaki garsonun ellerinde de üzerinde maytaplar
yanan bir doğum günü pastası olduğunu görünce anladık durumu. Yan masamızdaki
güzel kızın doğum günüydü. Ve neşe, hızla yayılan bir duyguydu; alkışlar kulağa
ses hızıyla gelmeden, eller havada birleşmeye hazırlanıyor; kahkahalar
duyulmadan, yüzlere bir gülümseme yayılıyordu. Hüzün ve açlık, bir sonraki
dalgayla kıyıya vurana kadar, diplere gömülmeye hazırdı. Tanımadığımız
insanların sevincine ortak olduk biz de.
“Aaa ne
kadar büyük bir bıçak o!” Kafamı, küçük kıza çevirdim. O ise gözlerini kocaman
açmış hâlâ şaşkınlıkla garsonun elindeki bıçağa bakıyordu. Hayreti beni de
sarmıştı.
“Yok
canım, ona bıçak denmez, bildiğin kılıç bu,” diye olayı körükledim.
“Ama
çok şey değil mi bu abla, yani gereksiz abartılı falan?” Biraz önce verdiği
tepkiden mahcup, gözlerini içerideki kalabalıktan alamadan, bana açıklama
yapmaya çalışıyordu. Bense yan gözle onu izleyerek, şaşkınlığıyla eğleniyordum.
“Tabii
canım, ne gerek var. Bak bak bir de sapını folyoyla sarmışlar yaldır yaldır.
Alt tarafı pasta kesecekler.”
“Ya çok
büyük bu bıçak,” diye tekrarladı yüzüne yayılan gülümsemesiyle.
Sonra
kahkahalar eşliğinde pasta kesildi, servis yapıldı ve mevzubahis bıçak gözden
kayboldu. Sohbet kesilsin istemiyordum. Burada tek başına beklemesini de
istemiyordum.
“Senin
adın ne?” diye tepeden inme sordum.
“Şilan,”
“Ne
güzel ismin var. Anlamını biliyor musun?” deyince gözleri parladı. Oturduğu
yerden atlayıp yanıma sokuldu.
“İki
anlamı var; biri yaban gülü, biri kuşburnu,” diye anlatmaya başladı.
“Aferin,
doğru biliyorsun. Hiç kuşburnu gördün mü peki? O da bir çeşit güldür zaten.”
Elinde
tuttuğu gül paketlerini koltuğunun altına aldı ve ellerini kâh çiçek gibi, kâh
yaprak gibi kıvırıp bükerek, bize kuşburnunun nasıl bir şey olduğunu anlatmaya
başladı. Konu diğer arkadaşların da ilgisini çekmişti. Belli ki ismini seviyor,
dağlarda açan dikenli yabani çiçekle kendi şehirli garibanlığını mukayese
ediyor ve eninde sonunda gül açma ihtimalini bekliyordu. Gözlerindeki gurur ve
sesindeki neşeyi bozmamak lazımdı. Ben de çocukken yaşadığım bir kuşburnu
toplama anımı anlatarak güldürdüm onu.
Sonra
tantunicinin çırağı siparişi getirdi. Arkadaşım, içeri gidip hesabı ödedi.
Kaldırımdaki sohbet bitmişti. İki tantuni hazırlanana, iki sigara içilene kadar
süren bir arkadaşlıktı bu. Bize teşekkür etti ve biz de ona afiyet olsun dedik.
Biz meyhanedeki masamıza dönene kadar, o sokakta kaybolmuştu bile. Kafamı
gökyüzüne kaldırdım; artık hatırlamadığım uçan atlar gitmişti, yıldızlar hâlâ
görünmüyordu. Aklımda bir şey vardı, anımsamak için arkadaşlarımın yüzüne
baktım. Ellerimiz kadehlerimize gitti, önce çaktırmadan tabağın kenarına
vurdum, sonra kaldırıp havada tokuşturduk:
“En
kötü günümüz böyle olsun!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder