7 Ocak 2019 Pazartesi

Geçer Zaman



          “Kan sonuçlarınız geldi,” dedi. Masanın önündeki tek koltuğa oturmamı işaret etti. Arkadan vuran sabah güneşi, yüzünün ifadesini görmemi engelliyordu. Üç ayda bir demir ve vitamin değerlerimi kontrol etmek için kan tahlili yaptırırım. Kimi zaman düşer, kimi zaman yükselir değerler.
Doktorlara güvenmem ama tahlil yaptırıp reçete yazdırmak için onlara ihtiyacım var. Normalde sonuçlara kendim bakar, hangi ilaca başlayacağıma kendim karar veririm. İşin aslı değerlerimden hangisinin düştüğünü, testten önce hissederim. Sabah kahvemi içtikten sonra mesela, doyamıyorsam fincandaki miktara, dilimi uzata uzata telveye ulaşıp yemeye çalışıyorsam, kesin demir düşmüştür. Evim dördüncü katta, işyerim altıncı. Üçüncü katta bacaklarımda derman kalmıyorsa, bu sefer B12 vitamini düşmüştür. Kızılay bulvarında yol altı şerittir. Yeşil ışık yandığında 28 saniyeniz vardır, yaya geçidinden geçmek için. Gözünüz trafik lambasında, üstünüze üstünüze gelen ya da yanınızda yürüyen insan kalabalığıyla mücadele ederek karşıya geçebilirsiniz. Eğer süre 10-9-8-7… diye dramatik bir şekilde azalırken, yolun ortasında bacağınıza kramp girmesinden korkuyorsanız -geçmiş olsun- magnezyum değeriniz düşmüştür. Sabah uyandığımda ellerimi ve kollarımı oynatamıyorsam, bilirim ki D vitamini takviyesinin zamanı gelmiştir.
Şimdi doktorun karşısında oturuyorum. O da elindeki tahlil sonuçlarına bakıyor. Kısa süren bir sessizlikten sonra, kafasını kaldırıp “Yalnız mı geldiniz?” diye sordu. Evet, son derece, yalnızdım.
“Evet, buyurun.” diyerek, kafamı salladım.
“Sizinle açık konuşacağım,” dedi ve devam etti.
“Kan değerleriniz çok düşük. Buna karşın sedimantasyon ve lökosit değerleriniz yüksek. Maalesef kanser olma ihtimaliniz var. Önce sizi gastroenterolojiye sevk edeceğim. Mide kanserinden şüpheleniyorum. Basit bir endoskopi ile biyopsi için parça alınır ve ne olduğunu anlamış oluruz,” diye seri şekilde anlatmaya devam ediyordu ki elimi havaya kaldırarak susturdum.
“Sanmıyorum,” dedim. Yüzüme şaşkınlıkla bakmaya başladı. Duvardaki saate baktım, on bire yirmi vardı. Şoka girdiğimi düşünüyor olmalıydı ki; uzun uzun kanser tedavisinin artık çok geliştiğini, hele erken teşhisle kolaylıkla iyileşebileceğimi anlatmaya başladı. “Kendinizi bırakmayın, moralinizi yüksek tutarsanız bu savaşı kazanabilirsiniz,” deyince dayanamadım.
“Kazanmak derken? Ben kanser olduğumu düşünmüyorum ama kanser tedavisinde kazanan tarafı biliyorum. Babama üç sene önce kanser teşhisi kondu. Biyopsi ve MR yapıldı ve o cihazları yapanlar kazandı. Sonra kemoterapiye başlandı, ilaçlar falan derken, ilaç firmaları da bayağı kazandı. Kemoterapinin yan tesiri olarak, şekeri yükseldi, insülin kullanmaya başladık. Sabah, öğlen, akşam yemekten önce 18 doz; yatmadan önce 10 doz. Şekerini ölçmek için de bir makine aldık. Onlar da kazandı. Sonra bağışıklığı düştü, gıda takviyelerine başladık; hepsi dünya markası, babam bir şey yiyemiyordu açtı ama onlar kazanmalara doyamadılar. Derken yüksek şeker, böbreklerini bitirdi, diyalize başladık. Haftada bir iki derken, hastaneye yatırdık. Her gün bağladılar onu o makinaya. Vücudu davul gibi şişmiş, yüzünün rengi sapsarı onlarca hasta, yan yana yatıp kanları temizlenirken makinayı yapana dua ettiler. Kiminin duası, kiminin parası tabii… Sonra tekrar tahliller, tekrar kan bulmalar, solunum cihazları, ilaçlar… En sonra da yoğun bakım. En çok da onlar kazandı. Özel bir hastanenin bodrumunda, derme çatma bir ünitenin kapısında günlerce bekledik. Devletten günlük paralarını aldılar; biz de yedi günün sonunda -hastanenin kullanılmayan eşyalarının konulduğu- bodrumun da altında bir kattaki, onların morg ünitesi dediği üç katlı soğutucu dolaptan, babamın cesedini aldık. Bana kazanmaktan bahsetmeyin.”
Beni sakince dinledi sonra da elime sevk kâğıdımı verip kafasını bilgisayarının ekranına çevirdi. İşbaşı kâğıdı ya da rapor almama gerek yoktu galiba. Sevk edildiğim polikliniğin yolunu tuttum. Devlet hastanesi üçüncü kat, gastroenteroloji. İnsan kalabalığını yarıp sekretere elimdeki kâğıdı uzattım. “Sıraya geçin,” dedi. Bekleyen dört kişinin arkasına geçip ben de beklemeye başladım. Duvardaki saat on iki buçuğa geliyordu. Öğlen arası olmadan işimi halletsem diye düşünürken, sistem gitti sesleri yükseldi. Bir süre oflayıp puflayan, sağı solu arayan sekreteri bekledik sessizce. Sonra sistem geldi, sıra da bana geldi. Ekrana bir şeyler girdi ve yüzüme bakmadan “21 Aralık günü gelin, şimdi size bir kâğıt vereceğim, orada yapmanız gerekenler yazıyor,” dedi.
“Bir ay sonraya mı gün veriyorsunuz, benim durumum acildi,” diye itiraz edecek oldum ama arkadaki hastanın işlemine geçmişti bile. Sağlık olsun diyerek çıktım hastaneden. Bir sigara yakıp kendime gülmeye başladım; sağlık olması için tüm saha ve hava şartları müsaitti. Sonra içeriye geri girdim. İşbaşı kâğıdı amayı unutmuştum. Hastanede olduğumu, işyerine ispat etmem gerekiyordu.
İş yerine döndüm, evrakı teslim ettim. Masama oturup tahlil sonucumu incelemeye başladım. İnternetin de yardımıyla eksik vitaminler için, bir beslenme programı hazırladım kendime. Almam gereken vitamin takviyelerinin listesini çıkardım. Bu bir ayı, iyi değerlendirmem lazımdı. Kanser olup olmadığımı bilmiyordum, hissediyordum sadece, değildim. Bunu da ispatlamam gerekiyordu.
Eve gitmeden önce eczaneye ve markete uğrayıp almam gerekenleri aldım. Merdivenden çıkarken, elimdeki poşetleri yere bırakmadan, her katta dinlenmem gerekti. Yorulmuştum tabii bütün gün hastanede. Kendimi eve attığımda artık ayakta zor duruyordum. Poşetlerle beraber yere oturdum. Koridordaki saatten kelebekler uçuşuyor ve altıyı yirmi dört geçiyordu vakit. Yerden kalkıp yemek hazırlamak için mutfağa geçtim. Ama önce annemi aramam lazımdı.
“Dııııt, dııııt, dıııı… aloo kızım, iyi misin, geldin mi eve?”
“Geldim anne, yemek hazırlıyorum şimdi. Sen nasılsın?”
“Nasıl olayım ben de rüyamda seni gördüm. İştesin diye arayıp rahatsız etmek istemedim.”
“Gündüz hayrına karşı, hayırdır nasıl gördün?”
“Ne bileyim işte, mutfaktayız, babanla masaya oturmuşsunuz. Biber almış pazardan, şöyle yeşil yeşil köy biberi, karşılıklı onu yiyordunuz. Bana da hiç demiyor ki; ‘Hanım, gel sen de ye’ diye. Öyle işte, bir uyandım, su içinde kalmışım. Ağlaştım biraz, beni bıraktın gittin tek başıma, bir de biber yiyorsun…”
“Mevsiminde iyidir yeşil biber annem. Sen üzülme. Yarın bir kutu şeker alır dağıtırız, çora çocuğa. Sen merak etme, hayır istemiştir o.”
“Tamam kızım. Sen iyisin değil mi?”
“İyiyim ben, için rahat olsun. Hadi kapatmam lazım, öpüyorum çok. Allah’a emanet ol.”
“Sen de kızım, sen de…”
Telefonu kapattım. Masada duran sigara paketinden bir dal alıp yaktım. Rüya tabirlerine bakmaya gerek yoktu bence. Ben buradaydım, iyiydim ama babam yoktu ve onu çok özlemiştim. Bu bir ayın sonunda belli olacaktı her şey. Genetiğimiz veya kaderimiz ne kadar yakınsa, belki aramızdaki mesafe de o kadar yakın olacaktı. Kalktım ve planladığım beslenme programına uygun yemeğimi hazırlamaya başladım.
Günler ilk başta hiç geçmiyor gibiydi. Sonra bir ara baktım on gün geçmiş bile. Diyetimi düzenli uyguluyor, ilaçlarımı alıyordum. Ne olur ne olmaz diye bir de “Ölmeden önce yapılacaklar listesi” hazırlamaya başladım. Hayattan kopuk o kadar çok yıl vardı ki, liste uzamaya başlamıştı. Yapmayı geçtim, yazmaya bile üşenir hâle geldim.
Üniversitedeyken, kampüsün içinde bir tıp fakültesi hastanesi vardı. Orada kalan hastalar zaman zaman dışarı çıkarlardı. Pijamaları ya da eşofmanları ve terlikleriyle kampüs içinde dolaşırken görürdük onları. Çok yaşlı bir amca vardı, sayılı günleri var dedikleri kadar hastaydı. Kantinin bahçesinde otururken onu görünce, izlemeye başlardım. Elindeki bastonundan güç alarak, kendi kendine konuşa konuşa gelir, kantinden bir şeyler alırdı. İllaki pazarlık yapardı bu arada. Kantinci de alışmıştı bu hâllerine, yarı şaka yarı ciddi idare ederdi. Ama beni hayrete düşüren bir durum vardı; amca, yolun kenarına kadar gelir, dururdu. Önce sağa, sonra sola, tekrar sağa, bir daha sola bakar; bununla da yetinmez, kafasını yere paralel uzatır, Kızılderililer gibi, yolda teker sesi dinlerdi. Araç gelmediğine ikna olunca, yola adımını atardı. Telaşlı telaşlı karşıya geçme çabası beni güldürürdü hep. Ölüme bu kadar yakınken, yaşamaya olan çabası gülünçtü doğrusu. Tabii günler yavaş geçse de yıllar hızlı geçiyor. Nerdeyse yirmi yıl geçmiş bu hikâyenin üstünden. Şimdi birdenbire nereden geldiyse aklıma.
Son beş güne girdim. Uyguladığım program iyi geldi, kendimi daha sağlıklı hissetmeye başladım sanki. Yapılacaklar listesini yarım bırakıp endoskopiyi araştırmaya yöneldim. Hoş bir operasyon değil ama gitmem lazım, emin olmanın tek yolu bu. Bir gün önceden yemeyi kesmem lazımmış. Önce boğaza anestezi spreyi sıkacaklar, sonra ucunda kamera ve kesi aparatı bulunan hortumu ağzımdan mideme doğru göndereceklermiş. Midemin bulanmaması için burnumdan düzenli nefes alıp vermeye devam etmem gerekiyormuş. Kameranın bağlı olduğu ekrandan, sindirim sistemimi inceleyecekler ve gerekli gördükleri kısımlardan, parça alacaklarmış. Sonra ver elini biyopsi! Son beş günü de böyle geçirdim, uygulanacak yöntemi ve daha önce tecrübe edenlerin anılarını okuyarak.
Hastaneye denilen saatte gittim ve oturup sıramı beklemeye başladım. Genç bir kız girdi önce. Henüz beş dakika olmuştu ki ağlayarak dışarı çıktı. Açılan kapıdan dışarı gür bir kadın sesi duyuldu; “Temizlikçilerrr, gelin temizleyin burayı.” Birinci kural; burnundan düzenli nefes al-ver, yoksa kusarsın. Ardından yaşlı bir amca girdi içeri. Çok geçmeden bir feryat ve bağrış çağrış sesi geldi kapının ardından. Bakışlarım gayriihtiyari çıkış kapısına yöneldi. Yerimden kalkıp koridorda volta atmaya başladım. Kapalı kapının arkasında neler olduğunu çözmeye çalışıyordum. Tam sesleri daha iyi duyayım diye kapıya yanaşmıştım ki; kapı açıldı. Amca yüzü allak bullak dışarı çıktı. İçerden ismimi seslendiler. Derin bir nefes alıp sese doğru yürüdüm.
Penceresiz, tavandaki tek bir floresan lambayla aydınlatılan, düşündüğümden daha küçük bir odaydı. Duvarın birinde büyük bir ekran, yanındaki duvarın önünde, üzerinden hortum ve kablolar çıkan bir cihaz vardı. Onun karşısındaki duvara da bir sedye yatak yaslamışlardı. Bir erkek doktor ve iki hemşire vardı içeride ve yere kadar uzanan yeşil muşambadan önlükler takmışlardı. Saçlarında bone, yüzlerinde de ağızlarını ve burunlarını örten hastane maskelerinden vardı. Anestezi spreyi sıkacaklarını anlatıp ağzımı açmamı istediler. Denileni yaptım. Daha sonra sedyeye sol kolumun üstüne yatmamı söylediler. Yatmama yardım eden hemşire, “Gözlüğünü çıkart istersen,” dedi. Çıkartıp yanıma koydum. O andan itibaren, ileri derecede miyop olmanın, endoskopi üzerindeki mucizevi etkisini yaşadım. Hiçbir şey göremiyordum. Sadece, ne yapmam gerektiğini söyleyen komutlara uyuyordum ve burnumdan düzenli nefes alıp veriyordum. Hemşirenin biri hortumu ağzımdan mideme doğru gönderirken, diğeri ayaklarımdan ve sırtımdan beni tutuyordu. Doktor cihazla ekran arasında gidip gelerek, odadaki diğer üç kişiye ne yapılması gerektiğini söylüyordu. Ekrana ben de bakıyordum ama görüntüler oldukça bulanıktı. Bakışlarımı cihaza çevirdim, arkasındaki duvarda bir saat vardı. Saati anlamaya çalışırken, doktorun “Onikiparmak bağırsağına da bakalım,” dediğini duydum ve hortumun ucunu sol kasığımda hissettim. Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver! Saat kaç, saat nerde? Saat duvarın yüzeyinden aktı, kayboldu. Yattığım yerden ayaklarımı kımıldatmak istedim ama hemşire daha sıkı bastırdı. “Dayan, az kaldı,” dedi. Bir müddet sonra hortumu yavaşça çektiler. Beni kaldırdılar ve beraberimde getirdiğim, bir rulo havlu peçeteden koparttıkları yaprakla, elimi yüzümü sildiler. Sedyenin üzerinde oturuyordum. Doktor yanıma yaklaşıp “İyi misin?” dedi. Kafamı salladım. “Seni günün hastası ilan ediyorum, tebrikler,” dedi gülerek. Ben de güldüm, “Siz de günün doktorusunuz, benim için,” dedim. Sonra da gözlüğümü alıp dışarı çıktım.
Sonuçlar, en erken bir hafta sonra çıkacaktı, arayıp haber vereceklerdi. Gelmişken yeniden kan tahlili de yaptırsam iyi olur diye düşündüm. Dahiliye polikliniğine gidip durumumu izah etsem araya sıkıştırırlardı beni herhalde. Doktorun kapısından kafamı uzatıp tam ‘kan tahlili, ben… ıııı… kanser…’ kelimelerini cümle içinde kullanmaya çalışıyordum ki; doktordan, ‘kayıt ol gel’ fırçasını yedim ve sekretere gidip sıra aldım. Önümdeki yirmi bir hastayı bekleyip içeri girdim. Durumu tekrar, bu sefer anlaşılır şekilde, anlattım. Doktor yüzünü buruşturarak, beni susturdu. Tahlil istemini yazıp elime verdi. Benim gibi, gerçekten hasta olmayan hastalar yüzünden, doktorların iş yükü çok artıyordu, bunu anlayabiliyordum ama ben de bunu ispatlamaya çalışıyordum zaten. Gidip paşa paşa sıramı bekleyip, laboratuvara kan verdim. Eve gidip hemen yatmak istiyordum.
Günlerce uyumamış gibi derin bir uykuya daldım yatağıma uzanınca. Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu ve çok acıkmıştım. Bir rüya görmüştüm ama hatırlayamıyordum. Kimler vardı rüyamda? Niye ağlamıştım? Gün ışığıyla karanlığın dağılması gibi, uyku mahmurluğu geçtikçe, detaylar da kayboldu. İşe gitmek için evden çıkarken, rüya gördüğümü bile hatırlamıyordum.
İlk önce kan tahlili sonuçları çıktı. Değerler yükselmeye başlamıştı. Dahiliye doktoru, şaşkınlık içindeydi. Nasıl yaptığımı sordu. Günde iki öğün sütlü gevrek yediğimi söyledim. Şaşkınlığı iyice arttı. Evet, evet, şu çocukların yediğinden; çikolatalı, bol vitaminli. Sonra ilaçlar tabii bir de. Düzenli ve sıralı. Artık endoskopi sonucunu beklemeye gerek kalmamıştı. Ama emin olmam lazımdı. Raporun hazır olduğu haberi gelince hemen hastaneye gittim. Patolojiden sonucu alıp doktora gösterecektim. Tek uzman doktor olduğunu söyleyerek, yine bir ay sonraya gün verdiler.
Hastanenin bahçesine çıkıp bir sigara yaktım. Zarf elimdeydi. Yavaşça açtım. Kâğıdı elime alıp okumaya başladım. Tek kelimesini anlamıyordum ama ciddiyetle okumaya devam ettim. “Tanı” yazan kısma gelince durdum. Buradan sonrasının önemli olduğunu biliyordum. Kafamı kaldırdım. Yanımdaki ağaca bet sesli bir saksağan kondu. Uzun kuyruğuna vuran güneş ışığından bir çelik mavisi dalgalandı. Raporu okumaya devam ettim:
          “Tanı: Antral Gastrit”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder