“Kan sonuçlarınız geldi,” dedi. Masanın önündeki tek koltuğa oturmamı işaret etti. Arkadan vuran sabah güneşi, yüzünün ifadesini görmemi engelliyordu. Üç ayda bir demir ve vitamin değerlerimi kontrol etmek için kan tahlili yaptırırım. Kimi zaman düşer, kimi zaman yükselir değerler.
Doktorlara
güvenmem ama tahlil yaptırıp reçete yazdırmak için onlara ihtiyacım var.
Normalde sonuçlara kendim bakar, hangi ilaca başlayacağıma kendim karar
veririm. İşin aslı değerlerimden hangisinin düştüğünü, testten önce hissederim.
Sabah kahvemi içtikten sonra mesela, doyamıyorsam fincandaki miktara, dilimi
uzata uzata telveye ulaşıp yemeye çalışıyorsam, kesin demir düşmüştür. Evim
dördüncü katta, işyerim altıncı. Üçüncü katta bacaklarımda derman kalmıyorsa,
bu sefer B12 vitamini düşmüştür. Kızılay bulvarında yol altı şerittir. Yeşil
ışık yandığında 28 saniyeniz vardır, yaya geçidinden geçmek için. Gözünüz
trafik lambasında, üstünüze üstünüze gelen ya da yanınızda yürüyen insan
kalabalığıyla mücadele ederek karşıya geçebilirsiniz. Eğer süre 10-9-8-7… diye dramatik
bir şekilde azalırken, yolun ortasında bacağınıza kramp girmesinden
korkuyorsanız -geçmiş olsun- magnezyum değeriniz düşmüştür. Sabah uyandığımda
ellerimi ve kollarımı oynatamıyorsam, bilirim ki D vitamini takviyesinin zamanı
gelmiştir.
Şimdi doktorun
karşısında oturuyorum. O da elindeki tahlil sonuçlarına bakıyor. Kısa süren bir
sessizlikten sonra, kafasını kaldırıp “Yalnız mı geldiniz?” diye sordu. Evet,
son derece, yalnızdım.
“Evet,
buyurun.” diyerek, kafamı salladım.
“Sizinle
açık konuşacağım,” dedi ve devam etti.
“Kan
değerleriniz çok düşük. Buna karşın sedimantasyon ve lökosit değerleriniz
yüksek. Maalesef kanser olma ihtimaliniz var. Önce sizi gastroenterolojiye sevk
edeceğim. Mide kanserinden şüpheleniyorum. Basit bir endoskopi ile biyopsi için
parça alınır ve ne olduğunu anlamış oluruz,” diye seri şekilde anlatmaya devam
ediyordu ki elimi havaya kaldırarak susturdum.
“Sanmıyorum,”
dedim. Yüzüme şaşkınlıkla bakmaya başladı. Duvardaki saate baktım, on bire
yirmi vardı. Şoka girdiğimi düşünüyor olmalıydı ki; uzun uzun kanser
tedavisinin artık çok geliştiğini, hele erken teşhisle kolaylıkla
iyileşebileceğimi anlatmaya başladı. “Kendinizi bırakmayın, moralinizi yüksek
tutarsanız bu savaşı kazanabilirsiniz,” deyince dayanamadım.
“Kazanmak
derken? Ben kanser olduğumu düşünmüyorum ama kanser tedavisinde kazanan tarafı
biliyorum. Babama üç sene önce kanser teşhisi kondu. Biyopsi ve MR yapıldı ve o
cihazları yapanlar kazandı. Sonra kemoterapiye başlandı, ilaçlar falan derken,
ilaç firmaları da bayağı kazandı. Kemoterapinin yan tesiri olarak, şekeri
yükseldi, insülin kullanmaya başladık. Sabah, öğlen, akşam yemekten önce 18
doz; yatmadan önce 10 doz. Şekerini ölçmek için de bir makine aldık. Onlar da
kazandı. Sonra bağışıklığı düştü, gıda takviyelerine başladık; hepsi dünya
markası, babam bir şey yiyemiyordu açtı ama onlar kazanmalara doyamadılar.
Derken yüksek şeker, böbreklerini bitirdi, diyalize başladık. Haftada bir iki
derken, hastaneye yatırdık. Her gün bağladılar onu o makinaya. Vücudu davul
gibi şişmiş, yüzünün rengi sapsarı onlarca hasta, yan yana yatıp kanları
temizlenirken makinayı yapana dua ettiler. Kiminin duası, kiminin parası tabii… Sonra tekrar tahliller, tekrar kan
bulmalar, solunum cihazları, ilaçlar… En sonra da yoğun bakım. En çok da onlar
kazandı. Özel bir hastanenin bodrumunda, derme çatma bir ünitenin kapısında
günlerce bekledik. Devletten günlük paralarını aldılar; biz de yedi günün
sonunda -hastanenin kullanılmayan eşyalarının konulduğu- bodrumun
da altında bir kattaki, onların morg ünitesi dediği üç katlı soğutucu dolaptan,
babamın cesedini aldık. Bana kazanmaktan bahsetmeyin.”
Beni sakince
dinledi sonra da elime sevk kâğıdımı verip kafasını bilgisayarının ekranına
çevirdi. İşbaşı kâğıdı ya da rapor almama gerek yoktu galiba. Sevk edildiğim
polikliniğin yolunu tuttum. Devlet hastanesi üçüncü kat, gastroenteroloji.
İnsan kalabalığını yarıp sekretere elimdeki kâğıdı uzattım. “Sıraya geçin,”
dedi. Bekleyen dört kişinin arkasına geçip ben de beklemeye başladım. Duvardaki
saat on iki buçuğa geliyordu. Öğlen arası olmadan işimi halletsem diye
düşünürken, sistem gitti sesleri yükseldi. Bir süre oflayıp puflayan, sağı solu
arayan sekreteri bekledik sessizce. Sonra sistem geldi, sıra da bana geldi.
Ekrana bir şeyler girdi ve yüzüme bakmadan “21 Aralık günü gelin, şimdi size
bir kâğıt vereceğim, orada yapmanız gerekenler yazıyor,” dedi.
“Bir ay sonraya mı gün veriyorsunuz, benim
durumum acildi,” diye itiraz edecek oldum ama arkadaki hastanın işlemine
geçmişti bile. Sağlık olsun diyerek çıktım hastaneden. Bir sigara yakıp kendime
gülmeye başladım; sağlık olması için tüm saha ve hava şartları müsaitti. Sonra
içeriye geri girdim. İşbaşı kâğıdı amayı unutmuştum. Hastanede olduğumu,
işyerine ispat etmem gerekiyordu.
İş yerine döndüm, evrakı teslim ettim.
Masama oturup tahlil sonucumu incelemeye başladım. İnternetin de yardımıyla
eksik vitaminler için, bir beslenme programı hazırladım kendime. Almam gereken vitamin
takviyelerinin listesini çıkardım. Bu bir ayı, iyi değerlendirmem lazımdı. Kanser
olup olmadığımı bilmiyordum, hissediyordum sadece, değildim. Bunu da ispatlamam
gerekiyordu.
Eve gitmeden önce eczaneye ve markete
uğrayıp almam gerekenleri aldım. Merdivenden çıkarken, elimdeki poşetleri yere
bırakmadan, her katta dinlenmem gerekti. Yorulmuştum tabii bütün gün hastanede.
Kendimi eve attığımda artık ayakta zor duruyordum. Poşetlerle beraber yere
oturdum. Koridordaki saatten kelebekler uçuşuyor ve altıyı yirmi dört geçiyordu
vakit. Yerden kalkıp yemek hazırlamak için mutfağa geçtim. Ama önce annemi
aramam lazımdı.
“Dııııt, dııııt, dıııı… aloo kızım, iyi
misin, geldin mi eve?”
“Geldim anne, yemek hazırlıyorum şimdi.
Sen nasılsın?”
“Nasıl olayım ben de rüyamda seni gördüm.
İştesin diye arayıp rahatsız etmek istemedim.”
“Gündüz hayrına karşı, hayırdır nasıl
gördün?”
“Ne bileyim işte, mutfaktayız, babanla
masaya oturmuşsunuz. Biber almış pazardan, şöyle yeşil yeşil köy biberi,
karşılıklı onu yiyordunuz. Bana da hiç demiyor ki; ‘Hanım, gel sen de ye’ diye.
Öyle işte, bir uyandım, su içinde kalmışım. Ağlaştım biraz, beni bıraktın
gittin tek başıma, bir de biber yiyorsun…”
“Mevsiminde iyidir yeşil biber annem. Sen
üzülme. Yarın bir kutu şeker alır dağıtırız, çora çocuğa. Sen merak etme, hayır
istemiştir o.”
“Tamam kızım. Sen iyisin değil mi?”
“İyiyim ben, için rahat olsun. Hadi
kapatmam lazım, öpüyorum çok. Allah’a emanet ol.”
“Sen de kızım, sen de…”
Telefonu kapattım. Masada duran sigara
paketinden bir dal alıp yaktım. Rüya tabirlerine bakmaya gerek yoktu bence. Ben
buradaydım, iyiydim ama babam yoktu ve onu çok özlemiştim. Bu bir ayın sonunda
belli olacaktı her şey. Genetiğimiz veya kaderimiz ne kadar yakınsa, belki
aramızdaki mesafe de o kadar yakın olacaktı. Kalktım ve planladığım beslenme
programına uygun yemeğimi hazırlamaya başladım.
Günler ilk başta hiç geçmiyor gibiydi.
Sonra bir ara baktım on gün geçmiş bile. Diyetimi düzenli uyguluyor, ilaçlarımı
alıyordum. Ne olur ne olmaz diye bir de “Ölmeden önce yapılacaklar listesi”
hazırlamaya başladım. Hayattan kopuk o kadar çok yıl vardı ki, liste uzamaya
başlamıştı. Yapmayı geçtim, yazmaya bile üşenir hâle geldim.
Üniversitedeyken, kampüsün içinde bir tıp
fakültesi hastanesi vardı. Orada kalan hastalar zaman zaman dışarı çıkarlardı.
Pijamaları ya da eşofmanları ve terlikleriyle kampüs içinde dolaşırken görürdük
onları. Çok yaşlı bir amca vardı, sayılı günleri var dedikleri kadar hastaydı.
Kantinin bahçesinde otururken onu görünce, izlemeye başlardım. Elindeki
bastonundan güç alarak, kendi kendine konuşa konuşa gelir, kantinden bir şeyler
alırdı. İllaki pazarlık yapardı bu arada. Kantinci de alışmıştı bu hâllerine,
yarı şaka yarı ciddi idare ederdi. Ama beni hayrete düşüren bir durum vardı;
amca, yolun kenarına kadar gelir, dururdu. Önce sağa, sonra sola, tekrar sağa,
bir daha sola bakar; bununla da yetinmez, kafasını yere paralel uzatır, Kızılderililer
gibi, yolda teker sesi dinlerdi. Araç gelmediğine ikna olunca, yola adımını
atardı. Telaşlı telaşlı karşıya geçme çabası beni güldürürdü hep. Ölüme bu
kadar yakınken, yaşamaya olan çabası gülünçtü doğrusu. Tabii günler yavaş geçse
de yıllar hızlı geçiyor. Nerdeyse yirmi yıl geçmiş bu hikâyenin üstünden. Şimdi
birdenbire nereden geldiyse aklıma.
Son beş güne girdim. Uyguladığım program
iyi geldi, kendimi daha sağlıklı hissetmeye başladım sanki. Yapılacaklar
listesini yarım bırakıp endoskopiyi araştırmaya yöneldim. Hoş bir operasyon
değil ama gitmem lazım, emin olmanın tek yolu bu. Bir gün önceden yemeyi kesmem
lazımmış. Önce boğaza anestezi spreyi sıkacaklar, sonra ucunda kamera ve kesi
aparatı bulunan hortumu ağzımdan mideme doğru göndereceklermiş. Midemin
bulanmaması için burnumdan düzenli nefes alıp vermeye devam etmem gerekiyormuş.
Kameranın bağlı olduğu ekrandan, sindirim sistemimi inceleyecekler ve gerekli
gördükleri kısımlardan, parça alacaklarmış. Sonra ver elini biyopsi! Son beş
günü de böyle geçirdim, uygulanacak yöntemi ve daha önce tecrübe edenlerin
anılarını okuyarak.
Hastaneye denilen saatte gittim ve oturup
sıramı beklemeye başladım. Genç bir kız girdi önce. Henüz beş dakika olmuştu ki
ağlayarak dışarı çıktı. Açılan kapıdan dışarı gür bir kadın sesi duyuldu;
“Temizlikçilerrr, gelin temizleyin burayı.” Birinci kural; burnundan düzenli
nefes al-ver, yoksa kusarsın. Ardından yaşlı bir amca girdi içeri. Çok geçmeden
bir feryat ve bağrış çağrış sesi geldi kapının ardından. Bakışlarım
gayriihtiyari çıkış kapısına yöneldi. Yerimden kalkıp koridorda volta atmaya
başladım. Kapalı kapının arkasında neler olduğunu çözmeye çalışıyordum. Tam
sesleri daha iyi duyayım diye kapıya yanaşmıştım ki; kapı açıldı. Amca yüzü
allak bullak dışarı çıktı. İçerden ismimi seslendiler. Derin bir nefes alıp
sese doğru yürüdüm.
Penceresiz, tavandaki tek bir floresan
lambayla aydınlatılan, düşündüğümden daha küçük bir odaydı. Duvarın birinde
büyük bir ekran, yanındaki duvarın önünde, üzerinden hortum ve kablolar çıkan
bir cihaz vardı. Onun karşısındaki duvara da bir sedye yatak yaslamışlardı. Bir
erkek doktor ve iki hemşire vardı içeride ve yere kadar uzanan yeşil muşambadan
önlükler takmışlardı. Saçlarında bone, yüzlerinde de ağızlarını ve burunlarını
örten hastane maskelerinden vardı. Anestezi spreyi sıkacaklarını anlatıp ağzımı
açmamı istediler. Denileni yaptım. Daha sonra sedyeye sol kolumun üstüne
yatmamı söylediler. Yatmama yardım eden hemşire, “Gözlüğünü çıkart istersen,”
dedi. Çıkartıp yanıma koydum. O andan itibaren, ileri derecede miyop olmanın,
endoskopi üzerindeki mucizevi etkisini yaşadım. Hiçbir şey göremiyordum. Sadece,
ne yapmam gerektiğini söyleyen komutlara uyuyordum ve burnumdan düzenli nefes
alıp veriyordum. Hemşirenin biri hortumu ağzımdan mideme doğru gönderirken,
diğeri ayaklarımdan ve sırtımdan beni tutuyordu. Doktor cihazla ekran arasında
gidip gelerek, odadaki diğer üç kişiye ne yapılması gerektiğini söylüyordu.
Ekrana ben de bakıyordum ama görüntüler oldukça bulanıktı. Bakışlarımı cihaza
çevirdim, arkasındaki duvarda bir saat vardı. Saati anlamaya çalışırken,
doktorun “Onikiparmak bağırsağına da bakalım,” dediğini duydum ve hortumun
ucunu sol kasığımda hissettim. Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver! Saat
kaç, saat nerde? Saat duvarın yüzeyinden aktı, kayboldu. Yattığım yerden
ayaklarımı kımıldatmak istedim ama hemşire daha sıkı bastırdı. “Dayan, az
kaldı,” dedi. Bir müddet sonra hortumu yavaşça çektiler. Beni kaldırdılar ve
beraberimde getirdiğim, bir rulo havlu peçeteden koparttıkları yaprakla, elimi
yüzümü sildiler. Sedyenin üzerinde oturuyordum. Doktor yanıma yaklaşıp “İyi
misin?” dedi. Kafamı salladım. “Seni günün hastası ilan ediyorum, tebrikler,”
dedi gülerek. Ben de güldüm, “Siz de günün doktorusunuz, benim için,” dedim.
Sonra da gözlüğümü alıp dışarı çıktım.
Sonuçlar, en erken bir hafta sonra
çıkacaktı, arayıp haber vereceklerdi. Gelmişken yeniden kan tahlili de yaptırsam
iyi olur diye düşündüm. Dahiliye polikliniğine gidip durumumu izah etsem araya
sıkıştırırlardı beni herhalde. Doktorun kapısından kafamı uzatıp tam ‘kan
tahlili, ben… ıııı… kanser…’ kelimelerini cümle içinde kullanmaya çalışıyordum
ki; doktordan, ‘kayıt ol gel’ fırçasını yedim ve sekretere gidip sıra aldım.
Önümdeki yirmi bir hastayı bekleyip içeri girdim. Durumu tekrar, bu sefer
anlaşılır şekilde, anlattım. Doktor yüzünü buruşturarak, beni susturdu. Tahlil
istemini yazıp elime verdi. Benim gibi, gerçekten hasta olmayan hastalar
yüzünden, doktorların iş yükü çok artıyordu, bunu anlayabiliyordum ama ben de
bunu ispatlamaya çalışıyordum zaten. Gidip paşa paşa sıramı bekleyip,
laboratuvara kan verdim. Eve gidip hemen yatmak istiyordum.
Günlerce uyumamış gibi derin bir uykuya
daldım yatağıma uzanınca. Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu ve çok acıkmıştım.
Bir rüya görmüştüm ama hatırlayamıyordum. Kimler vardı rüyamda? Niye
ağlamıştım? Gün ışığıyla karanlığın dağılması gibi, uyku mahmurluğu geçtikçe, detaylar
da kayboldu. İşe gitmek için evden çıkarken, rüya gördüğümü bile
hatırlamıyordum.
İlk önce kan tahlili sonuçları çıktı.
Değerler yükselmeye başlamıştı. Dahiliye doktoru, şaşkınlık içindeydi. Nasıl
yaptığımı sordu. Günde iki öğün sütlü gevrek yediğimi söyledim. Şaşkınlığı
iyice arttı. Evet, evet, şu çocukların yediğinden; çikolatalı, bol vitaminli.
Sonra ilaçlar tabii bir de. Düzenli ve sıralı. Artık endoskopi sonucunu
beklemeye gerek kalmamıştı. Ama emin olmam lazımdı. Raporun hazır olduğu haberi
gelince hemen hastaneye gittim. Patolojiden sonucu alıp doktora gösterecektim. Tek
uzman doktor olduğunu söyleyerek, yine bir ay sonraya gün verdiler.
Hastanenin bahçesine çıkıp bir sigara
yaktım. Zarf elimdeydi. Yavaşça açtım. Kâğıdı elime alıp okumaya başladım. Tek
kelimesini anlamıyordum ama ciddiyetle okumaya devam ettim. “Tanı” yazan kısma
gelince durdum. Buradan sonrasının önemli olduğunu biliyordum. Kafamı
kaldırdım. Yanımdaki ağaca bet sesli bir saksağan kondu. Uzun kuyruğuna vuran
güneş ışığından bir çelik mavisi dalgalandı. Raporu okumaya devam ettim:
“Tanı: Antral Gastrit”
“Tanı: Antral Gastrit”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder