15 Ağustos 2018 Çarşamba

FİKRİMİN AYRIK OTU


Bahçenin kenarında ayakta dikilerek onu bekliyordum. O ise bir elinde bahçenin ortasına çektiği su hortumu, yere çömelmiş diğer eliyle yerden kimi otları yolup yolup kenara atıyordu. Sıkılmıştım ve bir an önce konuya girmek istiyordum ama kızdırmak da istemiyordum. En son geldiğimizde patronum Mehmet Bey, “Hüseyin Amca napıcan bu kıçı kırık viranede? Sana dört koca daire verecez. Bırak bu otla çöple uğraşmayı, kira paralarıyla bu domatesin biberin âlâsını alırsın. Ha ha ha!” diye konuya girince; adam, bizi bel küreğiyle bahçe duvarının dışına kadar kovalamıştı. Hatta hızını alamamış, biz arabaya binip sokağın ucunda kaybolana kadar, ne horoz sesi duymamış, ne yakası açılmamış küfürler savurmuştu arkamızdan. Bu olaydan sonra beni affedip bahçeye alması bile bir mucizeydi bence. O yüzden sesimi çıkartmadan, onun işini bitirmesini bekliyordum. Patrona sorsan, ruh hastası bu yaşlı bunakla iletişim kurmak imkânsızdı, o yüzden beni göndermişti ya. Benim sessiz muhabbetim onu açmasa bile, böyle sıkıntılı tiplerin bana olan itidalleri ve benim ikna kabiliyetim tecrübeyle sabitti. Belki de şirkette hâlâ çalışabiliyor olmamı, bu müphem özelliğime borçluydum.
Hüseyin Amca, ben orada yokmuşum gibi işine devam ediyordu. Bahçenin hangi köşesine gitse, ben de sessizce peşinden gidiyordum. Yere çömelip fideler arasında düzensiz biten yabani otları yoluyor, eliyle yapraklara dokunup toprağı şefkatle düzlüyordu. Arada bir derin bir nefes vererek yerinden doğruluyor, tozlu çamurlu elleriyle uyuşan diz kapaklarını ovalayıp bükülen belini düzeltmek ister gibi, ellerini beline koyarak göbeğini iyice dışarı çıkartıyordu. Böyle anlardan birinde dayanamayıp ben de çömeldim yere ve onun bıraktığı yerden devam ettim. Bahar aylarının ortasına gelmiştik ama havalar hâlâ bir türlü düzelmediği için fideler cılız görünüyordu. Yabani otlar ise tüm gümrâhlıkları ile canlı ve diri derine kök salmışlardı. Hüseyin Amca yorulmakta haklıydı; köklerini topraktan ayırmak için bayağı bir zorlamak gerekiyordu. Küçük dikenleri olduğunu fark etmediğim bir otu yolmaya çalışırken işaret parmağımda bir sızı hissedince, “Ahh!” diye elimi aniden geri çektim. Bu şekilde Hüseyin Amca’nın da dikkatini çekmiş oldum. Yanıma gelerek, babacan bir tavırla “Dikkatli ol, adı üzerinde yabani bunlar, kapıverirler adamı,” dedi. Acımı unutarak gülümsedim; sonunda ağzından bir kelâm çıkartmayı başarmıştım, biraz acılı da olsa.
“Hüseyin Amca, sen de hiç yolmamışsın ki bunları. Baksana her yeri kaplamışlar,” diye muhabbeti sürdürdüm. Gözlerime istihza ile bakarak o da gülümsedi. İkna yolunda her şey iyi gidiyordu.
“Yolmaz mıyım, her gün yoluyorum. Ama bunların işi de bu! Bir nevi inatlaşma; sen düzleyeceksin o bozacak, sen kurutacaksın o yaşayacak. Doğanın insanla mücadelesi de bu işte.”
“Niye uğraşıyorsun ki bu yaşta? Senin tam rahat edecek, torunlarınla oynayacak zamanın.”
“Hah, geldik mi yine aynı yere?” diyerek astı yüzünü.
“Bak evladım, hiç boş yere uğraşmayın. Bu evi de bahçeyi de vermeyeceğim size. Çocukları desen, zaten anneleri vefat ettiğinden beri pek uğramıyorlar buraya. Arada arar, hâl hatır sorarlarsa o kadar.”
“Biraz da kendinin düşün o zaman Hüseyin Amca. Eline geçen üç kuruş emekli maaşı ile kışın bu evin çatısı sobası, yazın bahçesi duvarı uğraşıp heder oluyorsun. Kötü mü olur, mis gibi apartman dairesinde sıcacık otursan? Kira gelirleriyle de gezip tozsan artık. Bir ömür fabrikalarda çalışıp alın teri dökmüşsün zaten. Rahat etmek, bir oh demek senin de hakkın.”
Bana bakıyor ama görmüyor gibiydi. Sözlerim onu bir hayal âlemine sokmuş, geçmişin terli tozlu yollarında dolaşıyor gibiydi. Susup bekledim ben de kolay değildi koca bir ömrün muhasebesi. Neden sonra kafasını kaldırdı, gözlerimiz tesadüf edince anladım, söyleyecek şeyleri vardı.
“Torna tezgâhının başında kırk beş yıl çalıştım ben, kimine bir ömür. Şu gördüğün parmak iki kere koptu da geri yerine dikti doktorlar. İnsan, bir süre sonra yaptığı işe benziyor evlat. Demiri tutan bu eller, demir gibi oluyor. Çeliğe bakan gözler, çelik gibi oluyor. Velhasıl bizim kalıbımız kurulmuş, madenimiz içine eritilip dökülmüş yıllar önce. Alışmışız böyle, sirkede kurt yaşar gibi yaşamaya, senin dediğin gibi heveslerim kalmadı benim.”
“Yapma Hüseyin Amca, kalp durup ömür bitmeden, hiç heves biter mi? Gel, sen beni dinle, kalan ömrünü de rahat geçir. Bana dua edersin sonra.”
 “Heves bitmez tabii. Yabani otlar gibi kimi düşünceler, kimi duygular da. Yolup yolup atarsın, bir daha büyür. Emek emek büyüttüğün, bir sıraya dizip diktiğin fideler kurur, pamuklara sardığın tohumlar yeşermez ama bu su görmez, güneşe bakmaz otlar, arkanı döner dönmez tekrar çıkar. Hiç yolmamışsın gibi gür ve hep sulamışsın gibi yeşil. Tohumu nerden gelir, suyunu kim verir muamma… İşte böyle; süveydâ-ı gönülde gizli ümitsiz bir aşk gibi, fikrimin yegâne ayrık otu gibi, durur durur kaplar her yeri. Ama yabanidir işte, faydasız. Benimle uğraşma artık, fikrim kati. Üç beş seneye ben ölünce, çocuklar satar size burayı, o vakite kadar bekleyin madem.”
Sustum. Son arzusunu söyleyen bir mahkûm gibi konuşmuştu Hüseyin Amca. Belli ki onu bu eve bağlayan görünmez bağlar, bahçenin toprağına saldığı kökleri vardı. Patrondan yiyeceğim fırça umurumda değildi. Elini öpüp vedalaştım. Bahçe kapısına geldiğimde geri dönüp bir kez daha bakmak istedim. Yere eğilmiş, domates fidelerinin kenarındaki ayrık otlarını yoluyordu, hırsla inatla değil ama sever gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder