Bahçenin
kenarında ayakta dikilerek onu bekliyordum. O ise bir elinde bahçenin ortasına
çektiği su hortumu, yere çömelmiş diğer eliyle yerden kimi otları yolup yolup
kenara atıyordu. Sıkılmıştım ve bir an önce konuya girmek istiyordum ama
kızdırmak da istemiyordum. En son geldiğimizde patronum Mehmet Bey, “Hüseyin
Amca napıcan bu kıçı kırık viranede? Sana dört koca daire verecez. Bırak bu
otla çöple uğraşmayı, kira paralarıyla bu domatesin biberin âlâsını alırsın. Ha
ha ha!” diye konuya girince; adam, bizi bel küreğiyle bahçe duvarının dışına kadar kovalamıştı.
Hatta hızını alamamış, biz arabaya binip sokağın ucunda kaybolana kadar, ne
horoz sesi duymamış, ne yakası açılmamış küfürler savurmuştu arkamızdan. Bu
olaydan sonra beni affedip bahçeye
alması bile bir mucizeydi bence. O yüzden sesimi çıkartmadan, onun işini
bitirmesini bekliyordum. Patrona sorsan, ruh
hastası bu yaşlı bunakla iletişim
kurmak imkânsızdı, o yüzden beni göndermişti ya. Benim sessiz muhabbetim onu
açmasa bile, böyle sıkıntılı tiplerin bana olan itidalleri ve benim ikna kabiliyetim tecrübeyle sabitti. Belki de
şirkette hâlâ çalışabiliyor olmamı, bu müphem
özelliğime borçluydum.
Hüseyin
Amca, ben orada yokmuşum gibi işine devam ediyordu. Bahçenin hangi köşesine
gitse, ben de sessizce peşinden gidiyordum. Yere çömelip fideler arasında
düzensiz biten yabani otları yoluyor, eliyle yapraklara dokunup toprağı
şefkatle düzlüyordu. Arada bir derin bir nefes vererek yerinden doğruluyor,
tozlu çamurlu elleriyle uyuşan diz kapaklarını ovalayıp bükülen belini
düzeltmek ister gibi, ellerini beline koyarak göbeğini iyice dışarı
çıkartıyordu. Böyle anlardan birinde dayanamayıp ben de çömeldim yere ve onun bıraktığı
yerden devam ettim. Bahar aylarının ortasına gelmiştik ama havalar hâlâ bir
türlü düzelmediği için fideler cılız görünüyordu. Yabani otlar ise tüm gümrâhlıkları
ile canlı ve diri derine kök salmışlardı. Hüseyin Amca yorulmakta haklıydı;
köklerini topraktan ayırmak için bayağı bir zorlamak gerekiyordu. Küçük
dikenleri olduğunu fark etmediğim bir otu yolmaya çalışırken işaret parmağımda
bir sızı hissedince, “Ahh!” diye elimi aniden geri çektim. Bu şekilde Hüseyin
Amca’nın da dikkatini çekmiş oldum. Yanıma gelerek, babacan bir tavırla
“Dikkatli ol, adı üzerinde yabani bunlar, kapıverirler adamı,” dedi. Acımı
unutarak gülümsedim; sonunda ağzından bir kelâm
çıkartmayı başarmıştım, biraz acılı da olsa.
“Hüseyin
Amca, sen de hiç yolmamışsın ki bunları. Baksana her yeri kaplamışlar,” diye
muhabbeti sürdürdüm. Gözlerime istihza ile bakarak o da gülümsedi. İkna yolunda
her şey iyi gidiyordu.
“Yolmaz
mıyım, her gün yoluyorum. Ama bunların işi de bu! Bir nevi inatlaşma; sen
düzleyeceksin o bozacak, sen kurutacaksın o yaşayacak. Doğanın insanla
mücadelesi de bu işte.”
“Niye uğraşıyorsun
ki bu yaşta? Senin tam rahat edecek, torunlarınla oynayacak zamanın.”
“Hah,
geldik mi yine aynı yere?” diyerek astı yüzünü.
“Bak
evladım, hiç boş yere uğraşmayın. Bu evi de bahçeyi de vermeyeceğim size.
Çocukları desen, zaten anneleri
vefat ettiğinden beri pek uğramıyorlar buraya. Arada arar, hâl hatır sorarlarsa
o kadar.”
“Biraz
da kendinin düşün o zaman Hüseyin Amca. Eline geçen üç kuruş emekli maaşı ile
kışın bu evin çatısı sobası, yazın bahçesi duvarı uğraşıp heder oluyorsun. Kötü
mü olur, mis gibi apartman dairesinde sıcacık otursan? Kira gelirleriyle de
gezip tozsan artık. Bir ömür fabrikalarda çalışıp alın teri dökmüşsün zaten. Rahat
etmek, bir oh demek senin de hakkın.”
Bana
bakıyor ama görmüyor gibiydi. Sözlerim onu bir hayal âlemine sokmuş, geçmişin terli tozlu yollarında dolaşıyor
gibiydi. Susup bekledim ben de kolay değildi koca bir ömrün muhasebesi. Neden
sonra kafasını kaldırdı, gözlerimiz tesadüf
edince anladım, söyleyecek şeyleri vardı.
“Torna
tezgâhının başında kırk beş yıl çalıştım ben, kimine bir ömür. Şu gördüğün
parmak iki kere koptu da geri yerine dikti doktorlar. İnsan, bir süre sonra
yaptığı işe benziyor evlat. Demiri tutan bu eller, demir gibi oluyor. Çeliğe
bakan gözler, çelik gibi oluyor. Velhasıl bizim kalıbımız kurulmuş, madenimiz
içine eritilip dökülmüş yıllar önce. Alışmışız böyle, sirkede kurt yaşar gibi
yaşamaya, senin dediğin gibi heveslerim kalmadı benim.”
“Yapma
Hüseyin Amca, kalp durup ömür bitmeden, hiç heves biter mi? Gel, sen beni
dinle, kalan ömrünü de rahat geçir. Bana dua edersin sonra.”
“Heves bitmez tabii. Yabani otlar gibi kimi
düşünceler, kimi duygular da. Yolup yolup atarsın, bir daha büyür. Emek emek
büyüttüğün, bir sıraya dizip diktiğin fideler kurur, pamuklara sardığın
tohumlar yeşermez ama bu su görmez, güneşe bakmaz otlar, arkanı döner dönmez
tekrar çıkar. Hiç yolmamışsın gibi gür ve hep sulamışsın gibi yeşil. Tohumu
nerden gelir, suyunu kim verir muamma… İşte böyle; süveydâ-ı gönülde gizli
ümitsiz bir aşk gibi, fikrimin yegâne ayrık otu gibi, durur durur kaplar her
yeri. Ama yabanidir işte, faydasız. Benimle uğraşma artık, fikrim kati. Üç beş
seneye ben ölünce, çocuklar satar size burayı, o vakite kadar bekleyin madem.”
Sustum.
Son arzusunu söyleyen bir mahkûm gibi konuşmuştu Hüseyin Amca. Belli ki onu bu
eve bağlayan görünmez bağlar, bahçenin toprağına saldığı kökleri vardı.
Patrondan yiyeceğim fırça umurumda değildi. Elini öpüp vedalaştım. Bahçe
kapısına geldiğimde geri dönüp bir kez daha bakmak istedim. Yere eğilmiş,
domates fidelerinin kenarındaki ayrık otlarını yoluyordu, hırsla inatla değil
ama sever gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder