Gecenin
geç bir saati olmuştu. Yarın iş çıkışı memlekete gitmesi gerekiyordu. Sırt
çantasını, depo ve ütü odası olarak kullandığı, küçük odadan alıp yatak odasına
getirdi. İçine üç beş parça bir şeyler atmak gözünde büyüdü. Çantayı gardırobun
önüne bıraktı ve yatmak için hazırlanmaya başladı. Yola gideceği zaman
uyuyamayanlardandı. “Nasıl olsa sabah erken kalkar, hazırlanırım,” diye
düşündü. Gidiş sebebi de uykusunu kaçıran sebeplerden biriydi. Başucu lambasını
yakıp odanın ışığını söndürdü.
“Karanlığın insanı
delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık
fikirler gibi havada salkım salkım
Bu
gece dağ başları kadar yalnızım”
Attila İlhan
Yatağa
girdi ve uzanıp kitabını eline aldı. Tam birkaç sayfa okuyup elindeki kitabın
sayfaları yavaş yavaş göz kapaklarını kapatmak üzereyken, odanın içinde bir
yerden bir ses duydu birden. Bir hışırtı... Sesin geldiği yeri tespit etmek
için yerinde doğrulup kulak kesildi. Evet, çantanın içinden geliyordu ses. Her
ne ise hareket ettikçe, çantanın içindeki poşetlere değip bir hışırtı
çıkartıyordu. “Şşşt ne oluyor orada!” diye seslendi. Sessizlik. Ne yapmak lazım diye düşündü. Çeşit çeşit ihtimaller geçti kafasından. Sonra cesaretini
toplayıp yavaşça yataktan çıktı. Önce komodinin üzerindeki bilekliği alıp –kaç
aydır bir türlü şişi inmeyen- sol ayak bileğine taktı ve sonra terliklerini bulup
giydi.
Sol
ayağına yük vermemeye çalışarak odanın kapısına koştu ve hızla dışarı çıkıp
kapıyı kapattı hemen. Seke seke banyoya gitti. Uzun saplı fırçayı kestirdi gözüne.
Fırçayı kaptığı gibi odaya doğru yöneldi. Derin bir nefes alıp yavaşça kapıyı
açtı. Şüpheli çanta, masum bir şekilde dolabın önünde yatıyordu. Ama görüntüye
aldanmadı. Fırçanın erişebileceği uzaklıkta durup çantaya doğru sapını uzattı
ve çantanın askısına geçirdi. Geri geri giderek çıktı odadan. Çantaya
mesafesini koruyarak küçük odanın kapısını açtı. Ustaca olduğunu düşündüğü bir
manevrayla çantayı odaya atıp kapısını sıkıca örttü. Yatak odasına gitti hemen.
Sessizliği dinledi bir süre. İçeriyi, olay yeri inceleme ekibi titizliğiyle
gözden geçirdi. Yatağın üstündeki yorgana gözü takıldı. Hızlıca yorganı açtı.
Ne aradığını bilmiyordu ama yatağın içi de temizdi. “Uyumam lazım,” diye
mırıldanarak, ışığı kapatıp yattı tekrar. Başucundaki kitaplardan birine gitti
eli. Tedirginlik içinde, kulağı tetikte birkaç sayfa okurken uyuya kaldı.
Sabaha doğru
alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler
bağrışır.
Dikerim ben kadehimi
şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi,
dalarım tedirgin bir uykuya.
Bertolt Brecht
Saatin
alarmından önce, ayak bileğinin verdiği, yükselip alçalarak üç dakika süren,
dalgalı siren sesi alarmıyla uyandı. Bu bir kırmızı alarmdı ve sığınaklara
gitmesi gerekiyordu. Ama o, yerinden doğrulup komodinin üzerindeki sızı
merhemini alarak, ağrıyan bileğine yavaşça sürdü ve bilekliğini ayağına taktı. Bütün
gece rüyasında, evdeki bilinmez misafirle mücadele ettiği için, hiç uyumamış
gibi yorgundu. Odanın kapısını açmadan önce, dışarıyı dinledi; hiç ses yoktu.
Banyoya gitmek için koridordan geçerken, küçük odanın kapısının yanında durdu bir
an. Ahşap kapının buzlu camından içerisi, her çeşit hayale imkân verecek kadar flu
görünüyordu.
Elini
yüzünü yıkayıp üstünü giyindi. Hatta çantaya koyacaklarını hazırladı. Mutfağa
geçip pencereyi açtı. Sabah güneşi, gelin gibi bembeyaz çiçeğe durmuş olan
vişne ağacının dalları arasından süzülüp içeriyi aydınlattı. “Muhtemel suç mahalli
burası olmalı” diye düşündü. Evi, giriş kattaydı ve bu pencere genelde açık
oluyordu. Kaç kere kedi girmişliği vardı mesela. Bir cesaret sigarası yaktı,
bunları düşünürken. Korkunun ecele faydası yoktu, eve ne girdiyse arayıp
bulmalı ve geç kalmadan işe gitmeliydi. Kararlı adımlarla geçmesi gereken koridoru
seke seke giderek, banyoya girdi ve malûm fırçayı eline aldı. Diğer odaların
kapılarını kapatıp dış kapıyı açtı. Küçük odanın kapısını aralarken nefesini
tuttu. Fırçanın sapını çantanın kulpuna takıp koridora çekti. Hiç ses yoktu.
Elindeki fırça sapıyla çantayı bir iki dürttü. Yok, hiç ses yok! Yanına
yaklaşıp içindekileri halının üstüne silkeledi. Sadece poşetler döküldü yere.
Dış kapıyı örtüp mutfak kapısını açtı ve çantayı eline alıp bilinmeze seslendi;
“Ben gelene kadar, geldiğin gibi git, lütfen!”. Hemen yatak odasına gidip
eşyalarını çantaya yerleştirdi. Sonra mutfak penceresini kapatıp ayrıldı evden.
İstediğiyle çıkardı
yollara
Giderdi hiç
istemediğiyle
Gülten Akın
İşten
çıkıp otobüs garına geldiğinde aklı evdeydi hâlâ. Biran önce gidip gelip evi
dip bucak aramayı mı istiyordu, yoksa evden gittiği için mutlu, geri dönmemeyi
mi istiyordu karar veremiyordu. Üzerine evcil bir hayvan ataleti yapışıp kalmış
gibiydi. Gücünden, ebadından habersiz; tek koşulu yemek yiyip yatıp
uyuyabileceği huzurlu bir evdi artık. Üstelik ayak bileği yine zonklamaya
başlamıştı ve ağrının tesiriyle iyiden iyiye topallıyordu. Evcil hayvanlardan
topal at düşmüştü galiba bahtına. Etraftakilerin vurucu bakışlarını fark etti. Sırt
ve kol çantası, aksayan ayağı ve tek başınalığı birleşince muhakkak ki bir
acıma ve merhamet hissi uyandırıyordu. Tek tek herkese açıklama yapma isteği
duydu; “Bu geçici bir durum, sadece ayağımı burktum,” diye ama görüntüye, bir
de deliliği eklemenin gereği yoktu. Bu düşüncelerle tüm o mahşeri kalabalığın,
seyyar satıcıların ve çığırtkanların arasından sıyrılıp otobüsünü buldu. Her
otobüs yolculuğundan önce yaptığı gibi, bir sigara yakıp “yeni bir hayat”
olasılığını düşünmeye başladı. Gece yolculuklarını sevmeye başlama nedenini...
Otobüsün
motoru gürültüyle çalışıp yola koyulurken; yolcular, tek kişilik adalarına
doğru kendi kayıklarının küreklerini çekmeye başladılar. Şehirlerarası otobüsler,
garlar, mola yerleri; insanların hem bu kadar yakın olup hem de inadına yalnız
ve kurallardan azade olduğu yerlerdi. Bu insanları, bir daha görmeyecek olmanın
verdiği bir rahatlık mı; yoksa bir kere yola çıkmış olmanın tesis ettiği bir
özgürlük hissi mi diye düşündü. Seferi olmak, süreli bir delilik hâliydi
sonuçta, sorumluluklardan muaf tutulan.
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
Yılmaz Erdoğan
Her
mola yerinde, kulaklıklarını çıkartıp otobüsten indi. Bir sigara yakıp
etraftaki insanları izledi. Biraz üşüdü her seferinde. Sabah hastaneye
gidecekti, istemiyordu; pazartesi işe gidecekti, istemiyordu; akşam eve gidip
-ne olduğunu bilmediği- davetsiz misafirini arayacaktı, istemiyordu. Sadece
mola yerlerinde üşüyerek, çay-sigara içip insanları izlemek ve otobüsün içinden
geçtiği şehirlerin ışıklarına bakıp yazılarını okumaya çalışmak istiyordu. Bu
yolculuk hiç bitmese diye düşündü.
Sabaha
karşı indi otobüsten. Servise binip evlerinin olduğu mahalleye gitti. Sokak
lambaları sönmemişti henüz. Ama gün doğup ortalığı aydınlatacak ve lambaların
ışığı sönmese bile, görünmez olacaktı. Gecenin zarurisi, gündüzün gereksiziydi.
Eve sessizce girmeye çalışırken annesi kapıyı açtı. Ayak sesinden yavrusunu
tanımak, hiç bilmediği ama hep hayret ettiği bir duyguydu. İçeri –her zaman
rahatlıkla uyuyabildiği eve- girdi. Babası henüz kalkmamıştı. Annesi kahvaltıyı
hazırlayana kadar, elini yüzünü yıkadı. Babasının yanına gidip hep yaptığı gibi
öperek uyandırdı. “Geldin mi? Ben dedim zaten gelir diye...” diye mırıldanarak
yerinden kalktı. Yüzünde çocuksu bir gülümseme vardı. Sormadı, kime dedin diye.
Anne babaların yaşlandıkça, çocuk gibi davranması olağandı; ama bu hastalık,
babasını birden yaşlandırmış ya da çocuklaştırmıştı. Susarak söyleyen, öpmeden
seven adam gitmiş; yerine sürekli mızıkçılık yapan, yaramazlıklarını
anlatmaktan keyif alan bir çocuk gelmişti. Bugün, hastaneye kontrole, bakalım
nasıl kandırıp götüreceklerdi?
Başladığım bugünkü gün
yarıda kalabilirsin,
geceye varmadan yahut
çok büyük olabilirsin
Nazım Hikmet
Kahvaltı
boyunca, babası da bir şeyler yesin diye bir yandan iştahla tabağındakileri
yedi, bir yandan da konuşarak onu neşelendirdi. Yüzünde hep aynı tebessümle anlattıklarını
dinleyip kafasını salladı. Hastalık süresince, bir ömür konuştuklarından daha
fazla konuştuklarını düşündü. Sonra vişne ağacının nasıl çiçeğe durduğunu
anlatırken, babası birden ciddileşti.
“Sen
taşın o evden. Hem eski, hem giriş kat.” dedi.
“Her
yerini tamir ettim baba, iş çıkarma bana şimdi. Hem ne olacak giriş katsa?”
diye cevapladı onu. Ama tedirgin olmuştu bu nasihatten.
“Mutfak
penceren hep açık, kedi de girer, fare de!” diye söylendi. Sigara içtiğine mi
kızıyor diye düşünürdü normalde. Ama pencereden girebileceklere yoğunlaşmıştı bu
sefer. O sırada kalkıp gelen kardeşi lafa girdi:
“Sen
korkmazsın tabi de mevsim bahar; yılanı var, kertenkelesi hatta kurbağası var
bunun.” Kardeşinin zooloji bilgisine içinden küfür etmekle birlikte, dışarıya
renk vermemeye çalışarak,
“Tabi
canım korkmam ben de, siz de ne abarttınız ya!” diye tepki verdi. Annesi
durumdan şüphelenmişti bu sefer;
“Yoksa
bir şey oldu da bize söylemiyor musun?” diye lafa girdi. Etrafı hafiyelerle, kafasının
içi türlü hayvanatla çevrilmişti.
“Eve
bunlar girse ne yapacağımı söyleyin siz bana, olunca düşünürüz, buluruz bir
çaresini!” diye üste çıktı çaresiz. Onlar aralarında yorum yapmaya devam
ederken, kafasında türlü ihtimaller ve konuşmaların gidişatına göre senaryolar
oluşmaya başladı. Sonra hepsini kovalayıp “Hadi hadi, hastaneye geç kalıyoruz!”
diye ev halkını ayaklandırdı.
Hâlbuki korkulacak
hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o
kadar
Turgut Uyar
Hastaneye
gittiler. Doktor diyaliz dedi. Diyaliz ünitesine gittiler. Babasını yine
bağladılar o makinaya. Vücudunun atamadığı suyu, üreyi kanından almak için.
Kan, bir hortumla damardan çekiliyor, makinaya giriyor ve orda ne oluyorsa
temizlenip tekrar vücuda giriyordu. İki buçuk saat sürdü bu sefer. Dışarda
beklediler. Arada, birer birer içeri girip; üşüyor mu, acıktı mı, şekeri düştü
mü diye kontrol ettiler. Çalışanlar artık tanıyor, müdahale etmiyordu onlara.
Babasının sürekli –alışılmış bir memur ağzı ile- teşekkür etmesi, iyi günler
dilemesi; onlara, ince ve insani şeyleri hatırlatıyor olmalıydı. Diyaliz
bittiğinde yorgundu, tekerlekli sandalyeyle hastanenin kapısına götürüp hemen
bir taksiyle eve gittiler. O gece herkes uyudu; kimi yorgunluktan, kimi
huzurdan, kimi çocuklarının yanında olmasının verdiği mutluluktan, kimi
vücudundaki ifrazatı atmış olmanın rahatlığından...
Cumartesi
dinlenerek ve karşılıklı anlatıp dinleyerek geçti. Yeni hiçbir şey konuşulmadı.
Eskiler, güzel günler anlatıldı. Hoş, geçmişte olan kötü günler de geçip
gittikten sonra, anlatması keyifli, gülünesi şeylerdi. Hele ki babası bu
hastalığa yakalandıktan sonra; ne anılar, ne kırgınlık ve kızgınlıklar
anlatılıp gülünerek, temize çekilmişti. O yüzden belki de böyle çocuk gibi bir hafifliğe
ve huzura kavuşmuştu.
Pazar
günü dönüş yolunda bunları düşündü. Gündüz yolculuğunda, şoförün radyosunu
dinlemek adettendi, dinledi. Şoförün arada -camı açıp- yaktığı sigaranın
kokusunu içine çekti. Onun kederini de içine çekmiş gibi efkârlandı, bu adetten
değildi. Top kek yedi, kahve içti, dağıtılan kolonyayı eline sürüp kokladı.
Sonra evine yakın oturan arkadaşına telefonla mesaj gönderdi: “Akşam benim evde
buluşalım, evde bir ses var, bulamadım ne olduğunu. Tek başıma eve girmeye
korkuyorum. Otobüsten inince ararım. ”
Arkadaşından
gelen olumlu cevapla rahatladı. Evin kapısında biraz onu bekledi. Önce o girdi.
Odaları dolaştı, ses var mı diye dinledi. Kanepelerin altına, dolapların içine
baktı. Bir şey bulamayınca eve beraber girdiler. Çay yapıp, yemek hazırladılar.
Duydukları her sese, ayaklanıp tekrar aradılar. Bu böyle bir hafta sürdü. İşten
beraber geliyor, evi kolaçan ediyor ve çay demleyip yemek yiyorlardı. Bir
haftanın sonunda, emin oldular evde bir şey olmadığına. Arkadaşının her akşam gelmesine
gerek kalmadı.
On
gün sonra yatağına yatıp kitabını eline aldı. Okumaya başlarken, aklına
cezaevinde yatan bir arkadaşının bir anısı geldi. Hücresindeki fareye öyle
alışmıştı ki arkadaşı, hapisten çıkıp evine gidince, oyuncak plastik bir fare
almıştı. Kimse anlamamıştı onu, kafayı sıyırdı sanmışlardı içerde. Şimdi
sessizliği dinlerken, aklına o gelmişti. “Bir ses duysam –şükür- yalnız değilim
galiba,” desem diye düşündü. Evde bir canlı olsun da ne olursa olsun; arkadaşım
olsun, bir iki günlük mücadelem olsun diyecek kadar, yalnız ve sahipsiz hissetti
kendini.
Bilmezler yalnız
yasamayanlar,
Nasıl korku verir
sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur
kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.
Orhan Veli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder