16 Mayıs 2018 Çarşamba

SES (şiirli)


Gecenin geç bir saati olmuştu. Yarın iş çıkışı memlekete gitmesi gerekiyordu. Sırt çantasını, depo ve ütü odası olarak kullandığı, küçük odadan alıp yatak odasına getirdi. İçine üç beş parça bir şeyler atmak gözünde büyüdü. Çantayı gardırobun önüne bıraktı ve yatmak için hazırlanmaya başladı. Yola gideceği zaman uyuyamayanlardandı. “Nasıl olsa sabah erken kalkar, hazırlanırım,” diye düşündü. Gidiş sebebi de uykusunu kaçıran sebeplerden biriydi. Başucu lambasını yakıp odanın ışığını söndürdü.
“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım”  
 Attila İlhan
Yatağa girdi ve uzanıp kitabını eline aldı. Tam birkaç sayfa okuyup elindeki kitabın sayfaları yavaş yavaş göz kapaklarını kapatmak üzereyken, odanın içinde bir yerden bir ses duydu birden. Bir hışırtı... Sesin geldiği yeri tespit etmek için yerinde doğrulup kulak kesildi. Evet, çantanın içinden geliyordu ses. Her ne ise hareket ettikçe, çantanın içindeki poşetlere değip bir hışırtı çıkartıyordu. “Şşşt ne oluyor orada!” diye seslendi. Sessizlik. Ne yapmak lazım diye düşündü. Çeşit çeşit ihtimaller geçti kafasından. Sonra cesaretini toplayıp yavaşça yataktan çıktı. Önce komodinin üzerindeki bilekliği alıp –kaç aydır bir türlü şişi inmeyen- sol ayak bileğine taktı ve sonra terliklerini bulup giydi.
Sol ayağına yük vermemeye çalışarak odanın kapısına koştu ve hızla dışarı çıkıp kapıyı kapattı hemen. Seke seke banyoya gitti. Uzun saplı fırçayı kestirdi gözüne. Fırçayı kaptığı gibi odaya doğru yöneldi. Derin bir nefes alıp yavaşça kapıyı açtı. Şüpheli çanta, masum bir şekilde dolabın önünde yatıyordu. Ama görüntüye aldanmadı. Fırçanın erişebileceği uzaklıkta durup çantaya doğru sapını uzattı ve çantanın askısına geçirdi. Geri geri giderek çıktı odadan. Çantaya mesafesini koruyarak küçük odanın kapısını açtı. Ustaca olduğunu düşündüğü bir manevrayla çantayı odaya atıp kapısını sıkıca örttü. Yatak odasına gitti hemen. Sessizliği dinledi bir süre. İçeriyi, olay yeri inceleme ekibi titizliğiyle gözden geçirdi. Yatağın üstündeki yorgana gözü takıldı. Hızlıca yorganı açtı. Ne aradığını bilmiyordu ama yatağın içi de temizdi. “Uyumam lazım,” diye mırıldanarak, ışığı kapatıp yattı tekrar. Başucundaki kitaplardan birine gitti eli. Tedirginlik içinde, kulağı tetikte birkaç sayfa okurken uyuya kaldı.
Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.
Dikerim ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi, dalarım tedirgin bir uykuya.
Bertolt Brecht
Saatin alarmından önce, ayak bileğinin verdiği, yükselip alçalarak üç dakika süren, dalgalı siren sesi alarmıyla uyandı. Bu bir kırmızı alarmdı ve sığınaklara gitmesi gerekiyordu. Ama o, yerinden doğrulup komodinin üzerindeki sızı merhemini alarak, ağrıyan bileğine yavaşça sürdü ve bilekliğini ayağına taktı. Bütün gece rüyasında, evdeki bilinmez misafirle mücadele ettiği için, hiç uyumamış gibi yorgundu. Odanın kapısını açmadan önce, dışarıyı dinledi; hiç ses yoktu. Banyoya gitmek için koridordan geçerken, küçük odanın kapısının yanında durdu bir an. Ahşap kapının buzlu camından içerisi, her çeşit hayale imkân verecek kadar flu görünüyordu.
Elini yüzünü yıkayıp üstünü giyindi. Hatta çantaya koyacaklarını hazırladı. Mutfağa geçip pencereyi açtı. Sabah güneşi, gelin gibi bembeyaz çiçeğe durmuş olan vişne ağacının dalları arasından süzülüp içeriyi aydınlattı. “Muhtemel suç mahalli burası olmalı” diye düşündü. Evi, giriş kattaydı ve bu pencere genelde açık oluyordu. Kaç kere kedi girmişliği vardı mesela. Bir cesaret sigarası yaktı, bunları düşünürken. Korkunun ecele faydası yoktu, eve ne girdiyse arayıp bulmalı ve geç kalmadan işe gitmeliydi. Kararlı adımlarla geçmesi gereken koridoru seke seke giderek, banyoya girdi ve malûm fırçayı eline aldı. Diğer odaların kapılarını kapatıp dış kapıyı açtı. Küçük odanın kapısını aralarken nefesini tuttu. Fırçanın sapını çantanın kulpuna takıp koridora çekti. Hiç ses yoktu. Elindeki fırça sapıyla çantayı bir iki dürttü. Yok, hiç ses yok! Yanına yaklaşıp içindekileri halının üstüne silkeledi. Sadece poşetler döküldü yere. Dış kapıyı örtüp mutfak kapısını açtı ve çantayı eline alıp bilinmeze seslendi; “Ben gelene kadar, geldiğin gibi git, lütfen!”. Hemen yatak odasına gidip eşyalarını çantaya yerleştirdi. Sonra mutfak penceresini kapatıp ayrıldı evden.
İstediğiyle çıkardı yollara
Giderdi hiç istemediğiyle 
Gülten Akın
              
İşten çıkıp otobüs garına geldiğinde aklı evdeydi hâlâ. Biran önce gidip gelip evi dip bucak aramayı mı istiyordu, yoksa evden gittiği için mutlu, geri dönmemeyi mi istiyordu karar veremiyordu. Üzerine evcil bir hayvan ataleti yapışıp kalmış gibiydi. Gücünden, ebadından habersiz; tek koşulu yemek yiyip yatıp uyuyabileceği huzurlu bir evdi artık. Üstelik ayak bileği yine zonklamaya başlamıştı ve ağrının tesiriyle iyiden iyiye topallıyordu. Evcil hayvanlardan topal at düşmüştü galiba bahtına. Etraftakilerin vurucu bakışlarını fark etti. Sırt ve kol çantası, aksayan ayağı ve tek başınalığı birleşince muhakkak ki bir acıma ve merhamet hissi uyandırıyordu. Tek tek herkese açıklama yapma isteği duydu; “Bu geçici bir durum, sadece ayağımı burktum,” diye ama görüntüye, bir de deliliği eklemenin gereği yoktu. Bu düşüncelerle tüm o mahşeri kalabalığın, seyyar satıcıların ve çığırtkanların arasından sıyrılıp otobüsünü buldu. Her otobüs yolculuğundan önce yaptığı gibi, bir sigara yakıp “yeni bir hayat” olasılığını düşünmeye başladı. Gece yolculuklarını sevmeye başlama nedenini...
Otobüsün motoru gürültüyle çalışıp yola koyulurken; yolcular, tek kişilik adalarına doğru kendi kayıklarının küreklerini çekmeye başladılar. Şehirlerarası otobüsler, garlar, mola yerleri; insanların hem bu kadar yakın olup hem de inadına yalnız ve kurallardan azade olduğu yerlerdi. Bu insanları, bir daha görmeyecek olmanın verdiği bir rahatlık mı; yoksa bir kere yola çıkmış olmanın tesis ettiği bir özgürlük hissi mi diye düşündü. Seferi olmak, süreli bir delilik hâliydi sonuçta, sorumluluklardan muaf tutulan.
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
Yılmaz Erdoğan
Her mola yerinde, kulaklıklarını çıkartıp otobüsten indi. Bir sigara yakıp etraftaki insanları izledi. Biraz üşüdü her seferinde. Sabah hastaneye gidecekti, istemiyordu; pazartesi işe gidecekti, istemiyordu; akşam eve gidip -ne olduğunu bilmediği- davetsiz misafirini arayacaktı, istemiyordu. Sadece mola yerlerinde üşüyerek, çay-sigara içip insanları izlemek ve otobüsün içinden geçtiği şehirlerin ışıklarına bakıp yazılarını okumaya çalışmak istiyordu. Bu yolculuk hiç bitmese diye düşündü.
Sabaha karşı indi otobüsten. Servise binip evlerinin olduğu mahalleye gitti. Sokak lambaları sönmemişti henüz. Ama gün doğup ortalığı aydınlatacak ve lambaların ışığı sönmese bile, görünmez olacaktı. Gecenin zarurisi, gündüzün gereksiziydi. Eve sessizce girmeye çalışırken annesi kapıyı açtı. Ayak sesinden yavrusunu tanımak, hiç bilmediği ama hep hayret ettiği bir duyguydu. İçeri –her zaman rahatlıkla uyuyabildiği eve- girdi. Babası henüz kalkmamıştı. Annesi kahvaltıyı hazırlayana kadar, elini yüzünü yıkadı. Babasının yanına gidip hep yaptığı gibi öperek uyandırdı. “Geldin mi? Ben dedim zaten gelir diye...” diye mırıldanarak yerinden kalktı. Yüzünde çocuksu bir gülümseme vardı. Sormadı, kime dedin diye. Anne babaların yaşlandıkça, çocuk gibi davranması olağandı; ama bu hastalık, babasını birden yaşlandırmış ya da çocuklaştırmıştı. Susarak söyleyen, öpmeden seven adam gitmiş; yerine sürekli mızıkçılık yapan, yaramazlıklarını anlatmaktan keyif alan bir çocuk gelmişti. Bugün, hastaneye kontrole, bakalım nasıl kandırıp götüreceklerdi?
Başladığım bugünkü gün
yarıda kalabilirsin,
geceye varmadan yahut
çok büyük olabilirsin
Nazım Hikmet
Kahvaltı boyunca, babası da bir şeyler yesin diye bir yandan iştahla tabağındakileri yedi, bir yandan da konuşarak onu neşelendirdi. Yüzünde hep aynı tebessümle anlattıklarını dinleyip kafasını salladı. Hastalık süresince, bir ömür konuştuklarından daha fazla konuştuklarını düşündü. Sonra vişne ağacının nasıl çiçeğe durduğunu anlatırken, babası birden ciddileşti.
“Sen taşın o evden. Hem eski, hem giriş kat.” dedi.
“Her yerini tamir ettim baba, iş çıkarma bana şimdi. Hem ne olacak giriş katsa?” diye cevapladı onu. Ama tedirgin olmuştu bu nasihatten.
“Mutfak penceren hep açık, kedi de girer, fare de!” diye söylendi. Sigara içtiğine mi kızıyor diye düşünürdü normalde. Ama pencereden girebileceklere yoğunlaşmıştı bu sefer. O sırada kalkıp gelen kardeşi lafa girdi:
“Sen korkmazsın tabi de mevsim bahar; yılanı var, kertenkelesi hatta kurbağası var bunun.” Kardeşinin zooloji bilgisine içinden küfür etmekle birlikte, dışarıya renk vermemeye çalışarak,
“Tabi canım korkmam ben de, siz de ne abarttınız ya!” diye tepki verdi. Annesi durumdan şüphelenmişti bu sefer;
“Yoksa bir şey oldu da bize söylemiyor musun?” diye lafa girdi. Etrafı hafiyelerle, kafasının içi türlü hayvanatla çevrilmişti.
“Eve bunlar girse ne yapacağımı söyleyin siz bana, olunca düşünürüz, buluruz bir çaresini!” diye üste çıktı çaresiz. Onlar aralarında yorum yapmaya devam ederken, kafasında türlü ihtimaller ve konuşmaların gidişatına göre senaryolar oluşmaya başladı. Sonra hepsini kovalayıp “Hadi hadi, hastaneye geç kalıyoruz!” diye ev halkını ayaklandırdı.
Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Turgut Uyar
Hastaneye gittiler. Doktor diyaliz dedi. Diyaliz ünitesine gittiler. Babasını yine bağladılar o makinaya. Vücudunun atamadığı suyu, üreyi kanından almak için. Kan, bir hortumla damardan çekiliyor, makinaya giriyor ve orda ne oluyorsa temizlenip tekrar vücuda giriyordu. İki buçuk saat sürdü bu sefer. Dışarda beklediler. Arada, birer birer içeri girip; üşüyor mu, acıktı mı, şekeri düştü mü diye kontrol ettiler. Çalışanlar artık tanıyor, müdahale etmiyordu onlara. Babasının sürekli –alışılmış bir memur ağzı ile- teşekkür etmesi, iyi günler dilemesi; onlara, ince ve insani şeyleri hatırlatıyor olmalıydı. Diyaliz bittiğinde yorgundu, tekerlekli sandalyeyle hastanenin kapısına götürüp hemen bir taksiyle eve gittiler. O gece herkes uyudu; kimi yorgunluktan, kimi huzurdan, kimi çocuklarının yanında olmasının verdiği mutluluktan, kimi vücudundaki ifrazatı atmış olmanın rahatlığından...
Cumartesi dinlenerek ve karşılıklı anlatıp dinleyerek geçti. Yeni hiçbir şey konuşulmadı. Eskiler, güzel günler anlatıldı. Hoş, geçmişte olan kötü günler de geçip gittikten sonra, anlatması keyifli, gülünesi şeylerdi. Hele ki babası bu hastalığa yakalandıktan sonra; ne anılar, ne kırgınlık ve kızgınlıklar anlatılıp gülünerek, temize çekilmişti. O yüzden belki de böyle çocuk gibi bir hafifliğe ve huzura kavuşmuştu.
Pazar günü dönüş yolunda bunları düşündü. Gündüz yolculuğunda, şoförün radyosunu dinlemek adettendi, dinledi. Şoförün arada -camı açıp- yaktığı sigaranın kokusunu içine çekti. Onun kederini de içine çekmiş gibi efkârlandı, bu adetten değildi. Top kek yedi, kahve içti, dağıtılan kolonyayı eline sürüp kokladı. Sonra evine yakın oturan arkadaşına telefonla mesaj gönderdi: “Akşam benim evde buluşalım, evde bir ses var, bulamadım ne olduğunu. Tek başıma eve girmeye korkuyorum. Otobüsten inince ararım. ”
Arkadaşından gelen olumlu cevapla rahatladı. Evin kapısında biraz onu bekledi. Önce o girdi. Odaları dolaştı, ses var mı diye dinledi. Kanepelerin altına, dolapların içine baktı. Bir şey bulamayınca eve beraber girdiler. Çay yapıp, yemek hazırladılar. Duydukları her sese, ayaklanıp tekrar aradılar. Bu böyle bir hafta sürdü. İşten beraber geliyor, evi kolaçan ediyor ve çay demleyip yemek yiyorlardı. Bir haftanın sonunda, emin oldular evde bir şey olmadığına. Arkadaşının her akşam gelmesine gerek kalmadı.
On gün sonra yatağına yatıp kitabını eline aldı. Okumaya başlarken, aklına cezaevinde yatan bir arkadaşının bir anısı geldi. Hücresindeki fareye öyle alışmıştı ki arkadaşı, hapisten çıkıp evine gidince, oyuncak plastik bir fare almıştı. Kimse anlamamıştı onu, kafayı sıyırdı sanmışlardı içerde. Şimdi sessizliği dinlerken, aklına o gelmişti. “Bir ses duysam –şükür- yalnız değilim galiba,” desem diye düşündü. Evde bir canlı olsun da ne olursa olsun; arkadaşım olsun, bir iki günlük mücadelem olsun diyecek kadar, yalnız ve sahipsiz hissetti kendini.
Bilmezler yalnız yasamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler. 
Orhan Veli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder