7 Mayıs 2018 Pazartesi

İKİ MUCİZE


Acı geçiyor

Acı geçiyor
Acı elbette geçiyor
Acı çekmiş olmak geçmiyor.
Bakiye / Kemal Varol


Hastanenin loş odasında, yarı açılır koltuğu, ayaklarımızı uzatabilecek şekilde açıp kardeşimle yan yana yatmıştık. Babamın yatağının ayakucundaydık. Onun uyumadığını, derin nefes almaya çalışma sesinden ve hafif inleyerek bir türlü alamadığı o nefesi verişinden anlıyordum. Ben de uyumuyor, onun nefesini dinliyordum.
Oda, plastik bir perdeyle ikiye ayrılmıştı. Yan tarafımızda da babamdan yaşça büyük bir amcayla refakatçi oğlu vardı. Onlar çoktan uyumuştu. Oda mı çok sıcaktı, üzerimdeki yün kazak mı kalındı bilemiyordum, daralmıştım. Hastaneye yatırdıkları haberi gelince, işten izin alarak, ilk otobüse atlayıp gelmiştim. Ankara’nın sessiz soğuğundan, Antalya’nın hasta sıcağına. Sessizce, dışarı çıkmak için yerimden doğruldum. İçerinin ilaç, idrar ve hastane yemeği karışımı kokusu iyice bunaltmıştı beni. Yangın merdivenine çıkıp hem biraz hava almak, hem de bir sigara içmek istiyordum. Yerimden kımıldamamla babamın gözlerini açması bir oldu.
“Üşüdün mü?” dedi.  
“Yok, babacığım. Dışarı çıkacağım, şekerini ölçmeye geleceklerdi, gelmediler. Bir bakıp geleyim.”
“Üşüme, al şu battaniyeyi.” diyerek ayaklarına serdiğimiz battaniyeyi toparlayıp takatsizce bana doğru attı. “Ört üstünü iyice, üşüme.” diye tekrarladı. Ne yapacağımı bilemedim. El mecbur “tamam” deyip, tekrar uzandım. Bir vakit sonra nadir gelen uykularından birine dalınca, yavaşça ayağa kalkıp, sessizce dışarı süzüldüm.
        Duvardaki tabelaya gözüm takıldı: Onkoloji Kliniği. Evet, burası Onkoloji Kliniği; burada yaşanır ölümlerin en divanesi, en şahanesi! Geceleri nöbetçi doktorlar gezmez, hemşireler bile çok elzemse odalarından dışarı çıkar. Bir hasta, buraya yatacak hâle gelmişse, üzerinde denenecek ilaç kalmamıştır, artık umut kesilmiştir. Tabii ki o zamanlar bu durumu bilmiyorduk. Hastane çalışanlarının ilgisizliğinden, umursamazlığından şikâyet ediyorduk.
        Odalardan gelen inleme sesleri ve kesif kokuların içinden geçerek, yarı aydınlık koridordan yürüyüp yangın merdivenine çıktım. Çıkış kapısının yanındaki odada yatan hasta, gece yarısından önce ağır bir kanama geçirip ölmüştü. Kızının çığlıklarına koşan hasta bakıcılar, ölüyü alelacele aşağı morga indirmişti. Henüz temizlenmeyen odadan gelen kan kokusu, yarın bulmamız gereken iki ünite –beyaz- kanı hatırlattı. Sonra ölümle ilk karşılaşmamı anımsadım.
        Yedi yaşındaydım ve babamın tayini çıkmıştı. İlk atlası açıp ablamla haritada Diyarbakır’ın yerini bulduk. Baktım baktım, anlayamadım: Hiç taş var mıydı acaba orada? Ne olur ne olmaz diye, bir torbaya sevdiğim taşları doldurdum. Gizlice valizin bir kenarına sıkıştırdım. Tavuk tüyünden minderimi de kucağıma aldım, artık hazırdım taşınmaya. Eşyalar toplandı, her şey kutulandı. Babam, annemi ve üç kız kardeş olan bizi köye gönderdi. Kendisi önden gidip ev bulacak ve sonra eşyaları götürecekti.
Köyde günler çabuk geçti. Çocuksanız; dünya, yokuş aşağı yuvarlanan bir çember gibi, oyun için döner ve zaman, dedenin masasında duran saatin içindeki tavuk misali, neşeli neşeli yem toplar gibi geçer. Çıkılan yolculuklar, hiçbir zaman bilinmeze değil, öğrenilecek olana doğru gider. Böyle böyle dönüş zamanı geldi. Babamın annesi olan ebem, taş evin ahşap verandasından bizimle geçip, dama çıkan tahta merdivenin yanında durdu. Oradan öte gelmedi, araba yoluna çıkan yokuşa doğru baktı. Her daim beline sarılı olan sarı sırmalı kuşağına elini attı. Biz çocuklar, o kuşakta bitmeyen bir şeker, lokum, badem ya da ceviz kaynağı olduğunu bildiğimizden, cıvıldaşarak fistanının eteklerine yapıştık. Yeşil çiçekli mor fistan, ebemin yüzü gibi dalgalandı ve yeniden çiçek açtı.
“Ah guzumm, babanıza selam edin. Takatım yok yokuşu çıkmaya. Hayırlısıyla sizi yerleştirsin, gelip beni de alsın.” dedi ve iki elinin pütürlü ve kına kokan avuç içleriyle hepimizin yüzünü sıvazladı. Mırıl mırıl bir dua dilinde, bir damla yaş süzüldü gözünden. 
        Yola düştük böylece; dayım, annem ve biz, üç küçük kız. Neredeyse bir gün süren otobüs yolculuğundan sonra geldiğimiz Diyarbakır, hiç de haritadakine benzemiyordu. Taş da vardı, toprak da. Ama ilk haftalar annem dışarıya salmadığı için, valizin kenarına sakladığımız bir torba taş bize oyuncak oldu.
        Bir akşam babam eve erken geldi. Annemle ayaküstü bir şeyler konuştular fısır fısır. Annemin eli karnına gitti:
        “Ya sen yokken gelirse. Yol bilmem, iz bilmem burada.” dedi.
        “Hacı amcalar üst katta, onlara tembih ettim, sen merak etme. Anamın durumu ağırlaşmış, gidip bir göreyim dünya gözüyle.” diyerek çantasını aceleyle toplayan babam, biz arada oynarken kafalarımızı okşayıp evden çıktı. Annem, mutfağa girip sessizce yemek hazırlamaya devam etti.
        Gün kaç saat, kaç saat bir gündü bilmiyordum o zamanlar. Dört ya da beş gün sonra dediler, babam döndü. Ağzını bıçak açmadı bir süre. “Eben ölmüş.” dedi annem, “Uslu durun!” dedi. Anlamadım ama uslu durdum. Sonra babama sordum, niye ölmüştü? Ölmek, gelmemek üzere uzak bir yerlere gitmekti. Biz de uzaktaydık, hem de çok uzak ama dönecektik, yani ölmemiştik. Babam sustu. Oturduğu yerde karardı, öyle karardı ki; oturamadı, kalktı bir sigara yaktı ve sustu. Evimiz giriş kattı ve karanlıktı. Mutfağa girmemiz yasaktı çünkü yerde bir gider deliği vardı ve fare geliyordu bazen. Kapısı kapalı duran o mutfak gibi oldu babamın yüzü bir süre.
        Sonra kurban bayramı geldi. Babam bir koç aldı Hacı Amcayla. Bayram günü onu kesti. Alnıma, akan kana işaret parmağını batırarak, bir nokta yaptı. O kan orada kurudu, ben de sustum. Etler eve alındı, bayram sabahı kahvaltıda ciğer yenirdi. Babam, ciğeri doğramaya başladı. Ben de yanında oturuyor, onu izliyordum. Zarını ayırıyor, damarları çıkartıyor, küçük parçalara ayırıyordu kalan parçayı. Bana bakmadan konuşmaya başladı:
        “Bak, ebenin bu damarları tıkanmış, o yüzden öldü.” dedi ve sustu. Oldukça makul bir açıklamaydı. Damarlar niye tıkanır bilmiyordum ama ölüm, nedeni olan bir şeydi. Başka soru sormadım. O günden sonra et de yemedim. Her bayram sabahı babamla kurbanı kestik, eve getirdik ve ben ciğeri pişirdim. Herkes yedi, ben yemedim. Yiyor gibi yaptım.
        Bir kaç ay sonra annemin sancısı tuttu. Babam evde yoktu. Hacı anneye gittik ablamla. Dilimizi bilmiyordu ama derdimizi anlıyordu. Çocuk sayısında adı geçmeyen, benden bir kaç yaş büyük olan,  Güler'e bir şeyler söyledi. Koşarak beraber sağlık ocağına gittik, ebeyi getirmeye. Ebe gelince biz çocuklar yukarı çıkartıldık. Ben, bir şekilde kaçtım, eve indim. Annem, kısık kısık inliyordu; ebe, “haydi” diyordu. Saklandığım yerden, içeriyi tam göremiyordum. Oracıkta sessiz sessiz ağladım, sonra dışarı çıktım. Kapı önünde otururken, babam geldi ambulansla. Ama dördüncü kızının da doğumunu kaçırmıştı. Ebe, kucağına bebeği verdi ve babam, kulağına "Ünzüle" dedi. Ebemin adı. Kimse bir şey demedi. Ölülerin adını koymak, adettendi.
        Şimdi bu hastanenin loş odasında, Ünzüle yanımda yatıyor. Babam, ısrarla üstümü örtmek istiyor. Ben, terliyorum. İlaç kokuları, kan kokuları arasından ölümün kokusunu alıyorum ve bunalıyorum. Yarın sabah ablam doğum yapacak, onu düşünüyorum.
        Hastanede bebeği kucağıma aldım, bir erkek bebek! Tavşan yavrusu gibi ama tüm sayılarda adı olacak, yeri olacak bir bebek. Kulağına adı söylenirken ağlıyorum. Adı “Mert”. Babama götürüyoruz bebeği üç gün sonra. Hastanenin girişine indiriyoruz tekerlekli sandalyeyle, doktorlardan izin alıp.
        “Adın gibi mert ol!” diyor babam ve ben, adı babam gibi “Baki” değil diye, sevinçten ağlıyorum bu sefer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder