Acı
geçiyor
Acı
geçiyor
Acı
elbette geçiyor
Acı
çekmiş olmak geçmiyor.
Bakiye
/ Kemal Varol
Hastanenin
loş odasında, yarı açılır koltuğu, ayaklarımızı uzatabilecek şekilde açıp
kardeşimle yan yana yatmıştık. Babamın yatağının ayakucundaydık. Onun
uyumadığını, derin nefes almaya çalışma sesinden ve hafif inleyerek bir türlü
alamadığı o nefesi verişinden anlıyordum. Ben de uyumuyor, onun nefesini
dinliyordum.
Oda,
plastik bir perdeyle ikiye ayrılmıştı. Yan tarafımızda da babamdan yaşça büyük
bir amcayla refakatçi oğlu vardı. Onlar çoktan uyumuştu. Oda mı çok sıcaktı,
üzerimdeki yün kazak mı kalındı bilemiyordum, daralmıştım. Hastaneye
yatırdıkları haberi gelince, işten izin alarak, ilk otobüse atlayıp gelmiştim.
Ankara’nın sessiz soğuğundan, Antalya’nın hasta sıcağına. Sessizce, dışarı
çıkmak için yerimden doğruldum. İçerinin ilaç, idrar ve hastane yemeği karışımı
kokusu iyice bunaltmıştı beni. Yangın merdivenine çıkıp hem biraz hava almak,
hem de bir sigara içmek istiyordum. Yerimden kımıldamamla babamın gözlerini
açması bir oldu.
“Üşüdün
mü?” dedi.
“Yok,
babacığım. Dışarı çıkacağım, şekerini ölçmeye geleceklerdi, gelmediler. Bir
bakıp geleyim.”
“Üşüme,
al şu battaniyeyi.” diyerek ayaklarına serdiğimiz battaniyeyi toparlayıp
takatsizce bana doğru attı. “Ört üstünü iyice, üşüme.” diye tekrarladı. Ne
yapacağımı bilemedim. El mecbur “tamam” deyip, tekrar uzandım. Bir vakit sonra
nadir gelen uykularından birine dalınca, yavaşça ayağa kalkıp, sessizce dışarı
süzüldüm.
Duvardaki tabelaya gözüm takıldı:
Onkoloji Kliniği. Evet, burası Onkoloji Kliniği; burada yaşanır ölümlerin en
divanesi, en şahanesi! Geceleri nöbetçi doktorlar gezmez, hemşireler bile çok
elzemse odalarından dışarı çıkar. Bir hasta, buraya yatacak hâle gelmişse,
üzerinde denenecek ilaç kalmamıştır, artık umut kesilmiştir. Tabii ki o
zamanlar bu durumu bilmiyorduk. Hastane çalışanlarının ilgisizliğinden,
umursamazlığından şikâyet ediyorduk.
Odalardan gelen inleme sesleri ve kesif
kokuların içinden geçerek, yarı aydınlık koridordan yürüyüp yangın merdivenine
çıktım. Çıkış kapısının yanındaki odada yatan hasta, gece yarısından önce ağır
bir kanama geçirip ölmüştü. Kızının çığlıklarına koşan hasta bakıcılar, ölüyü
alelacele aşağı morga indirmişti. Henüz temizlenmeyen odadan gelen kan kokusu,
yarın bulmamız gereken iki ünite –beyaz- kanı hatırlattı. Sonra ölümle ilk
karşılaşmamı anımsadım.
Yedi yaşındaydım ve babamın tayini
çıkmıştı. İlk atlası açıp ablamla haritada Diyarbakır’ın yerini bulduk. Baktım
baktım, anlayamadım: Hiç taş var mıydı acaba orada? Ne olur ne olmaz diye, bir
torbaya sevdiğim taşları doldurdum. Gizlice valizin bir kenarına sıkıştırdım.
Tavuk tüyünden minderimi de kucağıma aldım, artık hazırdım taşınmaya. Eşyalar
toplandı, her şey kutulandı. Babam, annemi ve üç kız kardeş olan bizi köye
gönderdi. Kendisi önden gidip ev bulacak ve sonra eşyaları götürecekti.
Köyde
günler çabuk geçti. Çocuksanız; dünya, yokuş aşağı yuvarlanan bir çember gibi,
oyun için döner ve zaman, dedenin masasında duran saatin içindeki tavuk misali,
neşeli neşeli yem toplar gibi geçer. Çıkılan yolculuklar, hiçbir zaman
bilinmeze değil, öğrenilecek olana doğru gider. Böyle böyle dönüş zamanı geldi.
Babamın annesi olan ebem, taş evin ahşap verandasından bizimle geçip, dama
çıkan tahta merdivenin yanında durdu. Oradan öte gelmedi, araba yoluna çıkan
yokuşa doğru baktı. Her daim beline sarılı olan sarı sırmalı kuşağına elini
attı. Biz çocuklar, o kuşakta bitmeyen bir şeker, lokum, badem ya da ceviz
kaynağı olduğunu bildiğimizden, cıvıldaşarak fistanının eteklerine yapıştık.
Yeşil çiçekli mor fistan, ebemin yüzü gibi dalgalandı ve yeniden çiçek açtı.
“Ah
guzumm, babanıza selam edin. Takatım yok yokuşu çıkmaya. Hayırlısıyla sizi
yerleştirsin, gelip beni de alsın.” dedi ve iki elinin pütürlü ve kına kokan
avuç içleriyle hepimizin yüzünü sıvazladı. Mırıl mırıl bir dua dilinde, bir
damla yaş süzüldü gözünden.
Yola düştük böylece; dayım, annem ve
biz, üç küçük kız. Neredeyse bir gün süren otobüs yolculuğundan sonra
geldiğimiz Diyarbakır, hiç de haritadakine benzemiyordu. Taş da vardı, toprak
da. Ama ilk haftalar annem dışarıya salmadığı için, valizin kenarına sakladığımız
bir torba taş bize oyuncak oldu.
Bir akşam babam eve erken geldi. Annemle
ayaküstü bir şeyler konuştular fısır fısır. Annemin eli karnına gitti:
“Ya sen yokken gelirse. Yol bilmem, iz
bilmem burada.” dedi.
“Hacı amcalar üst katta, onlara tembih
ettim, sen merak etme. Anamın durumu ağırlaşmış, gidip bir göreyim dünya
gözüyle.” diyerek çantasını aceleyle toplayan babam, biz arada oynarken
kafalarımızı okşayıp evden çıktı. Annem, mutfağa girip sessizce yemek
hazırlamaya devam etti.
Gün kaç saat, kaç saat bir gündü
bilmiyordum o zamanlar. Dört ya da beş gün sonra dediler, babam döndü. Ağzını
bıçak açmadı bir süre. “Eben ölmüş.” dedi annem, “Uslu durun!” dedi. Anlamadım
ama uslu durdum. Sonra babama sordum, niye ölmüştü? Ölmek, gelmemek üzere uzak
bir yerlere gitmekti. Biz de uzaktaydık, hem de çok uzak ama dönecektik, yani
ölmemiştik. Babam sustu. Oturduğu yerde karardı, öyle karardı ki; oturamadı,
kalktı bir sigara yaktı ve sustu. Evimiz giriş kattı ve karanlıktı. Mutfağa
girmemiz yasaktı çünkü yerde bir gider deliği vardı ve fare geliyordu bazen.
Kapısı kapalı duran o mutfak gibi oldu babamın yüzü bir süre.
Sonra kurban bayramı geldi. Babam bir
koç aldı Hacı Amcayla. Bayram günü onu kesti. Alnıma, akan kana işaret
parmağını batırarak, bir nokta yaptı. O kan orada kurudu, ben de sustum. Etler
eve alındı, bayram sabahı kahvaltıda ciğer yenirdi. Babam, ciğeri doğramaya
başladı. Ben de yanında oturuyor, onu izliyordum. Zarını ayırıyor, damarları
çıkartıyor, küçük parçalara ayırıyordu kalan parçayı. Bana bakmadan konuşmaya
başladı:
“Bak, ebenin bu damarları tıkanmış, o
yüzden öldü.” dedi ve sustu. Oldukça makul bir açıklamaydı. Damarlar niye
tıkanır bilmiyordum ama ölüm, nedeni olan bir şeydi. Başka soru sormadım. O
günden sonra et de yemedim. Her bayram sabahı babamla kurbanı kestik, eve
getirdik ve ben ciğeri pişirdim. Herkes yedi, ben yemedim. Yiyor gibi yaptım.
Bir kaç ay sonra annemin sancısı tuttu.
Babam evde yoktu. Hacı anneye gittik ablamla. Dilimizi bilmiyordu ama derdimizi
anlıyordu. Çocuk sayısında adı geçmeyen, benden bir kaç yaş büyük olan, Güler'e bir şeyler söyledi. Koşarak beraber
sağlık ocağına gittik, ebeyi getirmeye. Ebe gelince biz çocuklar yukarı
çıkartıldık. Ben, bir şekilde kaçtım, eve indim. Annem, kısık kısık inliyordu;
ebe, “haydi” diyordu. Saklandığım yerden, içeriyi tam göremiyordum. Oracıkta
sessiz sessiz ağladım, sonra dışarı çıktım. Kapı önünde otururken, babam geldi
ambulansla. Ama dördüncü kızının da doğumunu kaçırmıştı. Ebe, kucağına bebeği
verdi ve babam, kulağına "Ünzüle" dedi. Ebemin adı. Kimse bir şey
demedi. Ölülerin adını koymak, adettendi.
Şimdi bu hastanenin loş odasında, Ünzüle
yanımda yatıyor. Babam, ısrarla üstümü örtmek istiyor. Ben, terliyorum. İlaç
kokuları, kan kokuları arasından ölümün kokusunu alıyorum ve bunalıyorum. Yarın
sabah ablam doğum yapacak, onu düşünüyorum.
Hastanede bebeği kucağıma aldım, bir
erkek bebek! Tavşan yavrusu gibi ama tüm sayılarda adı olacak, yeri olacak bir
bebek. Kulağına adı söylenirken ağlıyorum. Adı “Mert”. Babama götürüyoruz
bebeği üç gün sonra. Hastanenin girişine indiriyoruz tekerlekli sandalyeyle,
doktorlardan izin alıp.
“Adın gibi mert ol!” diyor babam ve ben,
adı babam gibi “Baki” değil diye, sevinçten ağlıyorum bu sefer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder