29 Şubat 2016 Pazartesi

MAVİ KIRIKLARINA DAİR  *

        Yine böyle bir gündü. Her zamankinden farklı olmayan ama farklı bir şeyler olması istenen ve sanki hissedilen bir gündü. Oysa ki tek değişiklik, birkaç gündür yağmayan yağmurun, yeniden başlaması ve sokaklardaki insanları ve görünmeyen kedi ve köpekleri saklanacak bir yer arama telaşına düşürmesiydi. 
       O gün senin de yüreğine düşmüş müydü; mutlaka tekrar karşılaşacaktık. Onlarca otobüs arasında, bilmem niye, o otobüse binmiştim ve onlarca insan arasında gözlerim, senin hüzünlü gözlerini bulmuştu. 
      O kadar üşümüştün ki zavallı burnun, kırmızı şapkanla neredeyse aynı renkti. Zor oldu kendimi sana fark ettirmek ama yine de gözlerinin hüzünlü bulutları, kesişen bakışlarımızın sıcaklığı ile dağılırken; yanaklarının mahcup kızarmasını ve çocuk gülüşünü fark etmemek mümkün değildi. Ve yıllar sonra yine bu anı hatırlayıp, her şey o anda mı başladı diye düşünürken; bu gözlerin, çok sonraları bu bakışları kaybedip, sadece hüzünlü ve tedirgin bir kaçak bakışlarına sahip olduğunu hatırlayıp acı çekmemek... Hem kaybeden, hem de kaybedilen olarak. 
        Sonra, sonrası malûm, dediğin gibi; iki bilardo topu işte öyle karşılaşırlar, hızla birbirlerine çarparak. Bir an bütün olurlar. Dünya onların etrafında, onlar kendi etraflarında dönerler. Ve sonra ayrılmaları gerekir, farklı yönlere doğru. En çok kırılan, en hızlı kaçandır. Diğerininse onunla aynı yöne gitmek gibi bir şansı bile yoktur. Fizik, dinamik vs.. belki ya da iki bilardo topu işte, çarpıştılar ve sonra farklı yönlere doğru kırgın bir şekilde yol aldılar. Ya da sen ve ben, iki aşk ve hayat acemisi. Ne sayarsan!
       Yine de en çok gözlerini kaybettiğime üzüldüm. Dedim ya iki yaramaz çocuk gözü. İki şaşkın ama meraklı genç kız gözü. İki seven ve sonsuz güvenen kadın gözü. Bana bir daha öyle bakman için neler vermezdim. Biliyor musun, beni kimse öyle sevmedi ve kimse öylesine güvenmedi. 
      Ve bana hayat kaynağı olan gözlerinden yavaş yavaş hayatın zehrini almaya başladığım günler, yine böyle yağmurlu günlerdi. Öylesine emindim ki senin sevginin bizi hep bir arada tutacağından, fark edemedim gözlerindeki korkuyu, paniği. Niye beni bu kadar sevgine alıştırdın ve sonra sevmekten vazgeçtin. Hepsi, bütün hikayemiz, senin gözlerinde saklıydı oysaki. 
      Benim gözlerimde ise sadece, en güzel oyuncağa sahip olan bir çocuğun, gururlu bakışları vardı. Sonra ne mi oldu, aldın oyuncağımı elimden. Geriye mavi kırıkları kaldı, ellerimde ve yüreğimde. Ve şimdi seni hatırlatan her nefeste, bu kırıklar acıtıyor içimi. 
      Hani hep ben anlatırdım da sen gözlerinle konuşurdun ya artık sustum. Anlatacak bir şeyim kalmadı sevgili. Dinleyecek kimsem de...
       İşte iki bilardo topu çarpıştı ve hızla farklı yönlerde gitmeye başladı. Biri sayı oldu, kader adına; diğeri hâlâ masada dönüyor, keder adına.   



* 2004 yılının baharında, yerel bir gazetede köşe yazan arkadaşım, çok yoğunum bana bir yazı gönder, gündem/ siyaset yazıp başımı belaya sokma deyince çıktı bu yazı. Onun adıyla çıktı tabii ki ;) 

28 Şubat 2016 Pazar

MEMLEKETİMDEN ÇOCUK MANZARALARI


Hey, hey! Günaydın çocuklar, günaydın!
Hep güler yüzle karşılarsınız beni…   (*)

         Çöp ayıklama tesisine girmeden bile nefes almayı zorlaştıran kesif koku ve her yerdeki çöp yığınları gösteriyordu ki; altı ay önceki kabul günü teslim edilen, modern (!) çöp bertaraf tesisi çoktan bertaraf edilmişti. Yeni işletmecinin saha sorumlusu adamı, çatıdaki ışıklıklardan vuran günışığına rağmen dağılmayan, içerinin loş ve leş karanlığında, çevresine bakarak açıklama gereği duydu; “Fareler, fareler... Kedilerle arkadaş burada.” Kural-1, bir şantiyeci hiçbir şeyden korkmaz ve her şartta çalışır, diye içimden tekrarladığımı duydu sanırım. Gerçekten tüm hayvanat ve haşarat burada barış içinde yaşıyordu, insanlara bile aldırmadan. “Bandı yırtılan konveyörü dışarı aldık diyordunuz, bir de ona bakalım, ne yapabiliriz” diyerek hem konuyu işe getirmek, hem de biraz nefes almak istedim. 
         Dışarı çıktığımızda gördüğümüz manzara klasik vahşi ayıklama – modern ayıklama tesisleri olmayan yerlerde, yerleşim yerlerinden toplanan çöpler, çöplük alanlarına yığılır ve insanlar bu çöplerin üzerine karıncalar gibi dağılarak, geri dönüştürülebilir malzemeleri ayıklar, işte buna vahşi (!) ayıklama diyoruz. 
      Yeni işletmeciler, anladığım kadarıyla doğu bölgelerimizden bir köyü komple bu ayıklama işi için istihdam etmişlerdi. Yatacak yer var, yemek var, hem mis gibi bir çam ormanının içi, daha ne olsundu. Anneler, babalar, çocuklar komple çöplerin içinde; kâğıt, plastik, cam, metal dönüştürülebilir ne varsa ayırıyorlardı. Genç bir anneyle 2-3 yaşlarındaki kız çocuğuna gözüm takıldı. Küçük kız çok şanslıydı bugün, çöpe atılan bir oyuncak bebek ona mutluluk kaynağı olmuştu. Çöplerin arasında bebeği görünce gözleri ışıldamış, gülerek annesine gösteriyordu. Gördüğüm en başarılı geri dönüşümdü diyebilirim. Yaramaz bir çocuğun şımarıklığıyla çöpe giden gözyaşları, başka bir çocuğa gülücük ve yaşama sevinci olarak geri dönüşmüştü. Dünyayı kurtaracak olan geri dönüşüm bu, diye düşündüm; tatminsizliğin, küçük şeylerden mutlu olmaya dönüşmesi. 
       Bu sırada genç anne, küçük kızının gülerek anlattıklarını duymuyor gibiydi, zira o da çöpten plastik dantel bir örtü bulmuş, az kirli elleriyle, çok kirli örtüyü temizlemiş ve koynuna sokmakla meşguldü, ilerde işçi barakaları değil kendi evi olduğunda, bir yerlere serme hayalinin yüzüne yayılan tebessümü ile.      

Hey, hey! Günaydın çocuklar, günaydın!
Sabah akşam bıkmadan dinlersiniz beni…

      İlk ne zaman karşılaştık, nasıl tanıştık hatırlamıyorum. Belki de hafızamızın koruma rölelerinden biridir bu unutuş. Hayat bazen, insanın silemediklerini, bırakamadıklarını, göze alamadıklarını; şefkatli bir anne eliyle saçını düzeltir gibi çıkartıyor içinden. İnsan bakakalıyor, ama… diyor, susuyor. Biliyor ki onlarla özgür değil, onlarsız da eksik mi acaba… Sonuçta Tanrı’nın, insana kıyamama şekli bu galiba; yük boyunu aşınca, bırak ben taşırım bile demeden, sessizce bağlarından azat etmek.
    İşte böyle unutulması elzem günlerden birinde tanıştık boyacı çocuk Tuncay’la. Üniversiteye yeni başlamıştım. Bazen şehirde karşılaştığım, bu 11-12 yaşlarındaki çocuk, kampüs boyacılığına geçince arkadaşlığımız pekişmişti. Her gün çizmeleri boyatmak, benim için Tuncay’la harçlığı paylaşmak gibi bir şeydi artık. Otobüsten indiğim zaman, durakta beni beklerken buluyordum onu. Zamanla yanında başka arkadaşları da olmaya başladı ama değişmez gerçek, ben onun müşterisiydim. Ben sigaramı içerken o çizmelerimi boyar, bu esnada biraz sohbet ederiz. Bazen sigara da içeriz ve ben her seferinde hayret ederim; bu ağzında sigara, dudağında alaycı gülümsemeli küçük herifin çocuk olduğuna ve hayat hakkında benden daha tecrübeli oluşuna. 
     Bir gün yine otobüsten indim, rutin derse ya da sınava geç kalış günlerinden biri. Sigaramı yaktım ve mehter marşı eşliğinde fakülteye doğru koşmaya başladım. Arkamdan seslendi, “Abla, ablaa!” diye. Biran durdum, “Tuncay geç kaldım, sen al bu parayı, alacağım olsun, sonra görüşelim” dedim. Cevap vermesini beklemeden, koşmaya devam ettim. Her şeye koşarak yetişebileceğimi zannettiğim zamanlardı. Sonra bir daha görmedim onu. Arkadaşlarına sordum, onlar da bilmiyordu. Hikâyesi ne miydi? Bilmiyorum ki; iki çocuk karşılaşınca sadece oyun oynarmış, gülüşlerini paylaşırmış, acılarını değil. 

Dün gece düşündüm de renkler olmasaydı,
Yaşanmazdı bu dünyada.

      Sanayide, dışardan bakınca sıradan bir demirci atölyesinin kuytusundaki ofisimde yoğun ve gergin işgünlerinden biriydi yine. Çalıştığım projeyi yetiştiremeyeceğimi anlamanın sıkıntısıyla söylenmeye başlamıştım. Her yer toz olmuştu yine, kesin ondan konsantre olamıyordum. Yoksa on bir kaplan gücündeydim, hangi iş bana dayanabilirdi. O hırsla kalktım, aldım elime bezi etrafın tozunu almaya başladım. Tam o anda sürme ofis kapısı yavaşça açıldı, içeriye sırtında bir bebek, yanında bir kız çocuğuyla bir kadın, kafasını uzattı. “Allah rızası için ablaa” diye terennüme tam başlayacaktı ki, lafı ağzına tıktım; “Ayıp ayıp, sapasağlam kadınsın, iş var mı demek yok, anca dilenin, çalışana iş her yerde, bak onca iş arasında benim yaptığıma!” Bunu dememle pişman olmam bir oldu. Hayır, alakasız yere sinirimi zavallı kadından çıkarttığımdan değil; kadının hemen koşup “Aaa, bırak abla, ben yaparım” deyip, elimden bezi alıp, ortalığı silmeye başlamasından. Diyecek bir şey yok tabii.  
       Biranda 4-5 yaşlarındaki, esmer, cin bakışlı küçük kızla göz göze geldik. Öyle kocaman gülümsedi ki; hâlâ aklıma geldikçe içimi bir ferahlama kaplar ve gayriihtiyari gülümserim. Dizlerimi kırıp yanına çömeldim ve elimi uzattım, “Merhaba, tanışalım mı? Ben, Şebboy. Senin adın ne?” Utangaç bir gülümsemeyle küçücük elini uzatarak, cevap verdi, “Veda”.  
     Annesi temizlik yaparken, küçük Veda ile konuşmak, resim yapmak, müzik dinlemek, oyun oynamak, hatta ben çizim yaparken onun beni izlemesi ve bana sorular sorması artık benim için heyecanla beklenen haftalık terapiler olmuştu. Bu küçük çingene kızının kıvrak zekâsı, çocuksu neşesi, kirli yüzüyle tezat pırıl pırıl yüreği… 
      Derken bu ziyaretler seyrekleşmeye başladı. Annesi birkaç kez, şimdi hapisteki kocamı ziyarete gideceğim, diye çalışmadan ücretini istedi. Veda burada dursun, ben bir gidip geleyim önerisiyle de geldi. Müşterilerin şaşkın bakışları altında Veda’nın yanımda oturmasının benim açımdan bir sakıncası yoktu ama yalanla gelen tüm bu talepler tarafımdan refüze edildi. İnsanların yalan söylemesini sevmem, insanları yalan söylemek zorunda bırakmayı da sevmem. Bazı sorulara verilecek yalansız cevaplar yoksa, ruh sağlığınız açısından en iyisi, hiç soru sormamaktır. 
      Sonunda Veda, kayboldu ortadan. Annesi, çocuk esirgeme aldı dedi… Benim küçük kızım, kim bilir nerelerde şimdi…

Korktuğum odur ki kapkara bir dünyayı,
İsteyenler var aramızda.
    
     Ferzan Özpetek, geçenlerde bir fotoğraf paylaştı, sosyal ağlardan birinde. Fotoğrafta, kurşun izlerinden delik deşik, açık yeşil bir duvarda camları kırılmış bir pencere ve bu pencereden objektife gülümseyen iki çocuk yüzü. Bu fotoğraf nerede çekilmiş bilmiyorum ama şiddetin doğal olduğu, yaralı coğrafyamızın hangi kangren sızısı olduğu ne fark eder ki?
       Evet, doğrudur; çocukların hafızası yoktur. O yüzden biz onların hâline üzülürken, onlar gülümsemeye ve oyun oynamaya devam ederler. Çünkü onların dünyası oyun üzerine kuruludur. Ama sürekli maskelerin değiştirildiği, önyargılı ve şişkin egolu oyunlar değil; mutluluk üzerine, her şeyi olduğu gibi alıp, olduğundan çok daha güzel ve sevilesi yapan oyunlar. 
       Bu çocuklar hâlâ yaşıyor mu ya da hangi şartlarda hayatlarını sürdürüyor, arada aklıma düşüyor. Fakat biliyorum ki ikisi yan yanaysa, nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, gülerek oyunlar oynamaya devam ediyorlardır.

Oyun ister bazen büyükler tabancalar kılıçlar tüfekler,
Zevk meselesi bu karışılmaz.
      
       Altı yaşındaki yeğenimin süt dişleri dökülmeye başladı. Aile içinde bir telaş, bir gırgır, bir şamata… Sallanan dişini, doğum günüm var diye çekmeyi reddetti. Ee haklı; dişsiz bir Elsa Frozen prensesi olamazdı. Doğum gününün ertesi, dişimi çektim diye mutlu bir şekilde yanıma geldi.
     Klasik diş perisi hikâyesini anlattım ve sonsuz bir kredi vadeden gözlerle sordum; “Şimdi dişini yastığının altına koyacağız, söyle bakalım diş perisinden ne istiyorsun?”. Tavana bakarak, parmakları dudaklarında kısa bir süre düşündü ve kendinden emin bir şekilde cevap verdi; “Dünya barışı!”. 

Tartışılmaz zevkler ve renkler sizin olsun bütün bu zevkler,
Bırakın renkleri çocuklara.





(*) Günaydın Çocuklar /Barış MANÇO, 1989 _ Doludizgin -A5_Günaydın Çocuklar


27 Şubat 2016 Cumartesi

KARA GÜNLERDE DE OLSUN ŞARKILAR


“Kara günlerde yine de olacak mı şarkılar? 
Evet, yine şarkılar olacak. Kara günler hakkında…”             Brecht

      “Etek sarı sen etekten sarısan / Kurban olam Beydağı’nın karısan” kafamın içinde birden çalmaya başladı. Tam da yoğun bakıma inen karanlık merdivenlerden, koşar adım aksayarak inerken. Tam da nöbetçi hastane görevlisinin karşısına oturmuş, gözlerimi kapatmışken, telefon çaldı. Ne acı acı, ne neşeli; bildiğin telefon sesi. “Tamam, söyleyeyim, buradalar” dedi. Gözlerime kaçamak bakarak, “Sizi yoğun bakımdan çağırıyorlar” dedi. Ağrıyan ayağıma, telefon sesiyle çoktan çizmemi geçirmiş, ayağa kalkmıştım zaten. Duvardaki saat 2’ye çeyrek vardı. Filmde bu şarkı sonlanmadan ölüyordu değil mi “Gönül Yarası” olan esas kız?
    İşte öyle; merdivenden -2’ye inerken, kafamda çalan son şarkı, etek sarı oldu, sonra içimdeki müzik sustu.
     Yoğun bakımın kapısına gelince, zile bastım ve bir süre sonra kapı açıldı, doktorla göz göze geldik. Hiç bir şey söylemedi ya da gerek görmedi. “Kaybettik, değil mi?” dedim. Yorgun gülümseyerek, kafasını eğdi ve ellerini yana açtı; “Oturun lütfen, sakin olun”. 

“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum…”            Cemal Süraya

       Sonrası uykusuz geçen bir on gün. Anlatmaya gerek yok, hemen herkes bir gün babasız kalıyor, bu yeri doldurulamaz boşluğun yarattığı acıyı hissediyor. Dramatize etmeye gerek yok ama sadece bunu yaşayanlar karşılaştığında, bakışlarda acılar şiir kafiyesi gibi birbirini tamamlıyor. Gerisi düz bir yazı gibi düz bir taziye. 
     Daha da sonrası yalnız, bekâr evine dönüş. Günler sonrası ilk dalınan derin uykuda sitemkâr babayı görüp, ağlayarak uyanış. Bu yaşta bile babasız kalmak, kendi ayaklarının üzerinde, uçurum kenarında sahipsiz kalmak gibi… 
     Kara günlerde de şarkılar olacak, ne iddialı bir lafmış arkadaş. Sustu işte kafamın içindeki şarkı, içimdeki müzik. Nasıl bir ıssızlık, nasıl bir sessizlik, nasıl bir korku; küçük bir çocuk kaybolmuş gibi pazar yerinde.
       Nerdeyse bir ay sonra, “Have you ever really loved a woman?” şarkısıyla uyandım. Sağ olsun komşularım muhtemelen, Bryan Adams sevmediğine göre sanırım yine kafamın içinde. Ve sanırım tüm sevilmelerin ve sevilmemelerin tek adamda birleştiği iki yıllık hastane koşturmacası ve bir aylık yası bitirmek için iyi bir final şarkısı değil.
      Şimdi niye mi yazıyorum? Çünkü sevgili mutfağımın köşesindeki küçük ahşap radyomda Duman’dan “Neredesin Sen?” çalıyor. 

“Şu garip halimden bilen, işveli nazlım,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen? 
Tatlı dillim güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm, 
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?”                       Neşet Ertaş







TIKIRTI


“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır 
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım 
Bu gece dağ başları kadar yalnızım”                                        Attila İlhan

     O tıkırtı da ne? Tam yatağa yatmışsın, elindeki kitabın sayfaları yavaş yavaş göz kapaklarını kapatırken, birden odanın içinden bir yerden bir ses duyarsın. Mantıklı bir açıklama bulursan ne âlâ; ya bulamazsan. Kalorifer sesi değil, üst kattan, alt kattan değil.
        Akla ilk fare, hırsız vs. bir yabancı geliyor değil mi? Çünkü evde yalnızsın. Korktun mu? Dışarıda olsa korkmazsın tabi... İnsan, sonuçta dışarı çıkarken sadece paltosunu, ayakkabısını değil; korunma zırhını da giyip çıkıyor. 
      Biraz önce ben de bir ses duydum. Korktum mu? Yok. Şükür, yalnız değilim galiba dedim. Evde bir canlı olsun da ne olursa olsun; arkadaşım olsun, bir iki günlük mücadelem olsun diyecek kadar, yalnız ve sahipsiz bırakmayın kendinizi.
      Ha bu arada, fare kız olursa Lili, erkek olursa Maya olsun adı. Ölümsüz aşklar, bir şekilde, bir yerlerde yaşasın en azından.

“Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?
Eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı, 
Karanlık çöktü denize. 
Yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin, 
Ne yanına dönsen bir yerin kesilir fena kan kaybedersin...”           Attila İlhan