22 Mart 2016 Salı

Kelebeğin Valsi



Dün İstiklâl Caddesi'indeki patlama haberiyle güne başladım. Orada olma ihtimali olan arkadaşları aradım hemen, tıpkı geçen hafta Kızılay patlamasında onların beni aradığı gibi..
İstiklâl'e ilk gittiğim zaman hâlâ hatırımda. 2004 yılında, meşhur dibe vurmaların birinde, iş adı altında, işten bi'haber bir partnerle ilk İstanbul'a gidişimdi. İstiklâl caddesine girer girmez ve hele ki bu müziği duyar duymaz, tüm kara bulutların dağılıp, nasıl içimin bir mutlulukla dolduğunu anlatamam..
O günden beri de İstiklâl caddesi benim için bu müzikle özdeşleşmiştir. Ne aramıştım, kim bunu çalan, bestecisi kim diye :) Kafamın içinde bu melodiyle aylarca dolaşmıştım.
"Waltz of the Butterfly" / Azamat Seitkaliyev with the St.Petersburg Lyric Ensemble. Bu bilgiye kendi kendime ulaşmam kolay olmadı, o yüzden kıymetini bilin.
Besteci ise ayrı bir güzellik, Eleni Karaindrou, bu şarkıyı Angelopoulus'un "O Melissokomos" -Triology of silence üçlemesinin ikinci filmi için bestelemiş. Ne de güzel yapmış!
Şimdi; İstiklâl Caddesi'ni belleğimdeki canlı ve cıvıl cıvıl, her defasında bana hayata dair umut veren hâliyle hatırlamak istiyorum, yine fonda bu melodiyle...
Yaşama alanlarımızı daraltmak isteyenlere inat! Hep sığınaklarımıza saldıranlara inat! 
Aynen yukarıdaki klipte olduğu gibi; çivilerle kaplı olsa da hep hayatlarımız, her şeye inat aşkla ve umutla dans etmek zamanı!  

20/03/2016


Hâl-i pür-melâlimiz




TELGRAFHANE

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.



1952   /  Melih Cevdet ANDAY



Durumumuzda pek bi' değişiklik yok sanki 1952'den beri...
Issız bir telgrafhâne değil belki ama hepimiz twit kuşları olduk, 
sesler alıp, sesler veren..
Gözümüze uyku girmez doğru; düzelmeden memleketin hâli, 
düzelmeden dünyanın hâli..

14 Mart 2016 Pazartesi

İyi misin?

Cüneyt Arıkan'ın kalemine sağlık.

    İyiyim demeye utanır olduk. Bu kadar insan ölmüşken, bu kadar insan yaralanmışken ve bunca yürek acıyla yanarken. Evet, merak etmeyin iyiyim (!), yok evdeyim, çıkmıyorum bi' yere. Arayan arayana, her konuşmada biraz daha iyi olma hâlinden uzaklaşarak, aynı replikleri tekrarladım. 
    Dün Kızılay'a gidecektim çünkü yorgundum, hayattan kopmuştum; çünkü Kızılay'a hayatı hissetmeye gidilir, hayatını kaybetmeye değil! Belki sinemaya gidecektim; belki Karanfil'de, Konur'da turlayıp, bi' bira içecektim, biraz müzik dinleyip, benim dışımda akan hayatı izleyecektim.. Belki yine kaybolup, kendimi yine Nefes'in önünde bulacaktım; çünkü Kızılay'da, hayatın kalabalığına karışılıp kaybolunur, hayat kaybedilmez! Belki İzmir Caddesi'den yün alacaktım, belki düğme.. Güvenpark'ta güvercinlerin bana yol vermesini gülümseyerek bekleyecektim; "Benim ülkemde güvercinleri vurmazlar" diyen Hrant'ı hatırlayacak, içimde erguvanlar açacaktı belki de... Çiçekçilerden iki demet nergis alacaktım belki de; bir hafta boyunca eve her girdiğimde, mis kokularıyla mutlu etsinler beni diye.. Durakta otobüs mü dolmuş mu diye kararsız kalacaktım, kimbilir belki de havaya uçacaktım ama otobüs saatini tututurdum diye mutluluktan değil! 
    Şimdi herşeye inat Kızılay'a gitmeli! Bunlara alışmamız lazım diyen yetkilere (!) inat, ülkeyi sırf ezik bir ego uğruna, yangın yerine çevirenlere inat! Bombalar uzaklarında patlıyor diye, umursamaz hayatlarına devam edenlere inat! Çünkü Kızılay'da isyan edilir! Çünkü Kızılay'da, size inat, ölüm değil, hayat vardır, YKM'nin önünde buluşulur o hayatla! 
     Ölmedim ama iyi değilim, Kızılay'da değildim ama yaralandım, hem de çok yaralandım...

"Vahşet vahşetle açıklanmalı.

Tazeyken yanık et kokusu,
Kılınabilir mi beş vakit namaz?
Hangi kösnü, hangi düş,
Hangi dua unutturabilir,
Toplu mezarları?"                             Ahmet Oktay



9 Mart 2016 Çarşamba

Ms. World; "Bugün başım ağrıyor, olmaz" dedi bize (!)



   Nasıl oldu da böyle bir akıl tutulmasının yaşandığı, böylesine umut yiyen bir karanlık dönem bizim kısa yaşamımıza denk geldi bilemiyorum. Muhakkak ki dünyanın yedi milyarlık tarihinin yanında bizim kişisel tarihimizin bir önemi yok. Ama ne yapalım ki bizim ömrümüz de 60 - 70 yıl ve muhtemelen de bu koca dünyanın yaşam seyrinde ya ergenliğine denk geldik ya da regl sancısına. Düşünüyorum, düşünüyorum bu global çılgınlığa, devrimizin farklı coğrafyalarındaki yöneticilerinin hepsinin birden yine bu derece global (!) olmasına başka bir açıklama bulamıyorum.
   Hergün yeni bir "yok artık" haberiyle karşılaşıyoruz ve ertesi gün hatırlamakta bile güçlük çekiyoruz, yeni bir gündem maddesiyle uğraşmaktan. Ve bir süre sonra hiç birşeye şaşırmamaya, tepki vermemeye başlıyoruz. Ne öldürülen bir kadına, ne suların içinde kaybolan bir mülteci çocuğa, ne de idarecilerin yeni bir yolsuzluk haberine ya da ırkçı ve egoloman bir söylemine..
   Biz bir grup düşünmekte ve aydınlığa inanmakta ısrar eden insan topluluğu ise bir çıkar yol bulma konusunda umudumuzu günden güne kaybediyoruz. Ya Zweig gibi insanlığın bu acısına dayanamayıp, kendi macaramızı sonlandıracağız; ya da Hemingway gibi çocukça bir hayalin peşinde kendi maceramızı yaratacağız.
   Biz yine acı çekeceğiz, yine ağlayacağız belki ama yine güleceğiz, yine okuyacağız, yine müziğimizle dans edeceğiz. Fakat dünyanın bu dayanılmaz ve sebebi bilinmez migren ağrısı geçtiğinde, tarih yine faşistleri faşist, hırsızları hırsız diye yazacak. Tıpkı Barış İnce'nin dediği gibi..
   Gelecek nesiller de yine bu ince, bu güzel adamları aşkla anacak, bir de binip gittikleri o güzel atları güzel türkülerle yaşatacak..








2 Mart 2016 Çarşamba

YAŞASIN OYUN TEYZESİ GELMİŞ


Anne modelim
   
   Anne olan kadınlara hiç dikkat ettiniz mi? Birden bir özgüven, bir kararlılık, bir güç gelip oturuyor bakışlarına, tavırlarına. Dünyayı feth etmiş bir kumandan edasıyla kucağa alınıyor o bebek; bir nevi taç giyme töreni gibi. Ve ömrünün geri kalanında anlat anlat bitmez, hamilelik ve doğum hikayeleri yerleşiyor dillerine. Erkeklerin askerlik anıları geliyor aklıma, bu muhabbetlerin ortasına düşünce.
   İşin aslı ne askerlik yaptım, ne çocuk doğurdum; yani bu genelgeçer muhabbetlerde bana susmak düşer genelde. Ama bu beni durdurabiliyor mu? Hayır! Vaktiyle Hava İkmal Bakım Merkezinde koskoca üç ay staj yapmışlığım var (son anda istihbarat subayı tarafından yanma tehlikesi atlatmış olsa da - bu başka bir hikayenin konusu), al sana askerlik!
   Sonra iki kardeşim ve çok yakın üç beş arkadaşımın bizzat hamilelik ve doğum olaylarına eşliğim var ki sonsuz empati yeteneğimi düşünürsek, anne yarısından fazlayımdır, sanırım. En azından 3/4 anneliğim vardır yani..
   Ama çocuk terbiyesi konusunda sıkıntılarım olduğunu oy birliğiyle kabul edebiliriz. Öncelikle çocuklar, gözleri açıldığı andan itibaren, niyeyse beni yetişkin olarak görmeme eğilimindeler. Hayır, çocuk ruhlu, zirzop imajı olan biri değilim. Aksine yetişkinlerin, ne yapacağı belli olmaz diye salavatla yaklaştığı, son derece ciddi ve kontes imajı olan, koskoca bir mühendisim. Bu konuyu çözemedim ama neyse..
   Arkadaşlarımın çocuklarıyla az çok mesai yapmışlığım var. Bir kere, çocuk bırakılacak emin ellerden biriyim, yani inşallah. Sonu kötü biten hikayelerimiz de var zira. İlk tanıştığımızda, Şebboy teyze ya da Cepboy teyze diye başlayan muhabbet, ilerleyen saatlerde abla, ordan şebboy, coccoy, hey corca doğru evriliyor maalesef. Eee benim de bir karizmam var ama laf anlatamiyorsun ki elin çocuğuna. Çocuk kendinin olacak, evire çevire, yok ya o da olmadı. Bakınız yukarıdaki anne modelime.
   Netice itibariyle ben buyum yani. Bir arkadaşımın dört yaşındaki oğluna bir hafta baktım, hem de babasının nezaretinde, çocuk kimyasal alerjisine yakalandı, yediğimiz jelibon ve gofretlerden olduğu söyleniyor ama reddediyoruz tabi. Yeğenimle yaptığımız suç ortaklıklarından, sabahlara kadar çizgi film izlemelerimizden bahsetmiyorum bile.
   Çocuklarına şeker, çukulata, cips felan yedirmeyen anne babalara da ayarım. El kadar çocuk onlar, şu kadarcık mutluluk esirgenir mi hiç. Niye en sevilen teyze benim, niye bana gelmek istiyorlar sanıyorsunuz.
  Evet, abur cubur seviyorum, yiyorum, yediriyorum. Evet, Tsubasa izlemeden uyuyamıyorum (ah ulan, bula bula kapatacak Yumurcak TV'yi buldular, uyku düzensizliğimin sebebi hükümet), rüyalarımı bile bazen cartoon görüyorum.
   Ben buyum; gencim, güzelim, akıllıyım; beğenmeyen oğluna almasın diyeceğim ama maalesef ayarlarımın çoğunun annesi sizlere ömür..