25 Aralık 2017 Pazartesi

Görünmeyen İnsanlar

Evsizler görünmez mi?_Dran (Sokak Ressamı)

         Termodinamiğin 2. Kanununa dair farklı bir açıklama der ki; “Hayat, birbirine zıt kutupların varlığı ile devam eder. Rüzgârın esmesi, yağmurun yağması, hayatın devamı, farklı ısı kaynaklarına bağlıdır.”
Doğa için kesinlikle geçerli olan bu açıklama, normal hayatlarımız için de geçerlidir. İş hayatının yüksek enerjisinin, mesaj kaygılarının ve savunma mekanizmalarının karşısında; evimizdeki sükûnet, atalet ve masumiyet olmazsa hayat olmaz. İnsan, zamanla yaptığı işe benzer ve hayat dediğimiz şey sadece aynı oyunun benzer temsilleri olur.
Gerçi –her ne kadar doğanın bir parçası olsa da- insan söz konusu olduğunda hayat, temel fizik prensipleriyle yürümez. İnsan aklının sınır/kural tanımaz karışıklıktaki labirentleri bir yana; hayat, herkese aynı şartları ya da seçim şansını sunmaz. Kişisel gelişim klişeleri çok ütopiktir bazı yaşamlar için.
Sosyal, ekonomik ve coğrafi sınıflara ayrılmıştır insanlar ve bu ayrıştırma neticesinde, görünmezlik özelliği kazanmıştır(!) bazıları.
Sokakta yanından geçtiğiniz, çöp karıştıran adam, sizin için görünmezdir mesela; yanındaki çuvaldan mamûl çekçek arabası ve belki de küçük kızıyla beraber. Çünkü görünmeyecek kadar kirlidir ve hayatta bulunduğu nokta, sizin için tahayyül edemeyeceğiniz kadar bilinmezlikle doludur.
Hatta çalıştığınız işyerindeki temizlik görevlileri bile, size göre görünmez olabilirler. Onlar yerlere paspas çekerken ya da lavaboyu temizlerken, geçip gidersiniz yanlarından sessizce ya da devam ederek konuşmaya, yanınızdaki arkadaşınıza yeni satın aldığınız bir şeyden bahsederek.
Göz göze gelmemek esastır, bu tarz mutualistik yaşam formunda, görünmezlik zincirini kırmamak için. Ve tepki vermemek, masanıza çayınızı sessizce bırakıp giden çaycıya bile…
Aynı şekilde siz de görünmez olabilirsiniz, hiyerarşik olarak üstünüzde yer alan bir amir veya patron için. Ya da adını bilmeyi geçtim, telaffuz bile edemediğiniz bir mağaza vitrinine bakarken, görünmezlik hâleniz tepenizde olabilir.
Bir de coğrafya olarak görünmezlik vardır. Peter Pan’ın ‘Olmayan Ülke’sinden farklı bir durum bu. Hiç seçme şansınız olmayan ve ne yaparsanız yapın değiştiremeyeceğiniz bir özellik. Bazı şehirler, bazı diller, bazı trajediler hiçbir şarta –ortak bir yaşam içinde olduğu- diğerleri tarafından görülmezler.
Peki ne yapmamız lazım? Dünyanın düzeni budur, normal olan bu diyorsanız ve şanslı taraftaysanız; “Carpe diem!” tatlı hayata devam edebilirsiniz. Bir yıl boyunca zaman zaman görmezden gelip, bazen de görünmez olmayı kabûl ederek, her şey dâhil beş yıldızlı yaz tatilinizin taksitlerini ödeyerek tabi. Hayatın anlamsızlığına anlam katmak için “Ye, dua et, sev!” tarzı mottolar da edinebilirsiniz.
Ya da gerçek anlamın peşine düşersiniz. Hayatınıza nezaket katarak başlayabilirsiniz mesela. Yanından sessizce geçtiğiniz, belediye işçisine, çöp toplayıcıya ‘Kolay gelsin’ diyerek başlayın. Her geçen gün şişirdiğiniz egolarınızı biraz boşaltın ve yerine biraz empati, bolca nezaket koyarak görünmezleri -kendiniz de dâhil- bir bir görünür kılın. Çoğunlukla seçme şansı olmayan bu dünyada, sosyo-ekonomik veya coğrafi konumunuzla alakalı böbürlenmeleri ve eksiklenmeleri bir yana bırakın.
Toplum hayatımızın, aile hayatımızın, eğitim sistemimizin ve çalışma dünyamızın en önemli eksiği nezaket. Sesi en yüksek perdeden çıkan, fiziksel veya yönetimsel üstünlüğü olan; diğerini ezme, görmezden gelme hakkını kendinde buluyor. Ebeveyn, öğretmen, amir, patron ya da komutan fark etmeden. Ve bir süre sonra normal buymuş gibi kabûl görüyor. Üçüncü sayfa haberlerimizden, sosyal medyaya; en üst yönetim kademesinden, aile içi ilişkilere kadar her şeye sızmış durumda bu anlayış.

Yine de unutmamak ve günlük hayat içinde sürekli hatırlatmak lâzım; nezaket, bir insan hakkıdır. Ve birey olarak, toplum olarak; mikrodan makroya tüm iletişim türlerinde gereklidir; farklılıklarımızdan dolayı, birbirimizin boğazına sarılmak yerine. Termodinamik de bunu öngörür!

10 Nisan 2017 Pazartesi

10 Nisan

Atlıkarıncada bir fotoğrafım var Gençlik Parkında. Çekildiğini hatırladığım ilk fotoğrafım belki de. Sen karşımdasın, yoksun fotoğrafta, annem yanımda. Bütün öğleden sonradan akşama aynı atın üstünde dönüp durduğumu annem anlattı sonraları ben bilmiyordum o zamanlar gün kaç saat, o yüzden hatırlamadım. Sen anlatmadın, Gençlik Parkı Karakolu'ndaki masanda daktilonla kaç saat oynadığımı, ben de bilmiyorum. Sonra İlk Meclise gittiğimizi, buz pateni izlediğimizi, kocaman el heykeli olan parka gittiğimizi de anlatmadın ama ben hepsini detaylarıyla hatırlıyorum.
İlk kavgamızı boşver, bir sene konuşmamıştık aynı evde; diyeyim neyse müdür muavininin gazına gelip, saçımın kuyruğunu kesmiştin. Her hafta bir çizgi roman hakkımdan vazgeçmiştim inadımdan. Sonra barıştık.
Harçlık karşılığı, ayakkabıları boyama işine, vergi iade zarfı doldurma işine talip olduğumda tamam dedin. Param yetmiyordu aldığım dergilere, kitaplara biliyordun; topladığınız yasak yayınları seçip getiriyordun oku diye. Kızılırmağın sesi alırken isyanımın yerini, sesini kıs biraz, niye radyo açmıyorsun ki daha iyi, diyordun. Rockçılara da ayardın, saçlı sakallı diye, ama ne posterlerimi indirdin ne kasetlerimi attın.
Biri de babam olsa sevmiyorum polisleri, bilirsin; Metin Göktepe olayında ne kavga ettik. Hâlâ sevmiyorum telsiz sesini.. Hâlâ hiçbir adli kaydım, örgüt ve dernek bağlantım yok ama merak etme ve hiçbir 1 Mayıs yürüyüşüne katılmadım. Hepsinde sen görevliydin çünkü ve herkesi bırakır seni kovalarım diye Nisan ayının son haftası başlıyordun tehdite. Sadece Barış Manço konserine kaçıp gitmiştim onda da stad çıkışı kapıda göz altına almıştın beni.
Biz seninle çok kavga ettik, çok küstük. Ama ben hiçbir 10 Nisan'ı unutmadım, sana hep çiçek aldım. Sen de hep hatırlayacağımı bildin, bi şey söylemedin ama..
Bugün 10 Nisan, polis günün kutlu olsun Polis Baki. Ben yine unutmadım ama çiçeklerin benden değil bugün... Bahardan.. Mezarının üstündeki sardunyalar hep çiçeğe durmuş, onlar kutlamış benden önce seni..
Polis günün kutlu olsun babacığım, huzurla uyu, ben hiçbir 1 Mayısa katılmam artık!

7 Mart 2017 Salı

BAHAR'a Mektup

XXIX
Sonra, çoook sonra, bu parçaların sonunda
Sen beni kızını çok seven
Bir anne olarak hatırla.
Ben ki hiç kavuşamamıştım sana.


BİRHAN KESKİN
(“Y’ol” kitabından)


     Herşeyden hevesimi aldım dediğim zamanlarda, olmadık şeylere heves ettim, doğrudur. Ermek, Nirvana'ya ulaşmak, hamken pişmek ya da kendini bilip sonsuz huzura kavuşmak mümkün mü bilmiyorum. Öyleyim sandım... Ama Şems'in aşkından, Mevlana bile deli divane pervaneye döndüyse çaresizliğinden; ne olur benim olmadık heveslerimi yadırgama, ayıplama.

     Muhteşem bir gülümsemenin ışığında, ben de sana heves ettim. Çünkü sen, hep gitme isteğinin bittiği yerde, beni bekliyordun biliyordum, böyle inanmıştım. Ama beni affet -hevesim kursağımda kalsın diye- inzivamı bozmadan, kalabalığa karışma hevesine kapıldım. Ağlamayan çocuğa meme vermezler misali, derdimi anlatacak kadar ağlamayı hiç beceremedim ama...
   
     Beni affet! Biliyorsun çok ağladım. Fakat çok küçükken öğrenmiştim -annemle babamın telkinleriyle- sessizce, içe içe ağlamayı. Şimdi diyorlar ki 'Niye böyle çok içiyorsun?'. Eee güzelim, içe içe ağlamayı öğrettiler bana küçükken, kaşlarını çata çata; büyüdüm ve devam ediyorum, içe içe ağlamaya!

     Ya da boşver affetme beni, suçla beni! Kimseye ait olmadım, teslim olmadım diye, seni böyle şiir mısralarında bırakma pahasına... Ama güzelim, benim minik kuşum, sen bir teslimiyetin değil, bir aşkın/isyanın kızı olmalısın değil mi? Yoksa ne gereği var ki; bu dünya yeterince manâsız! Senin başlangıcının en azından bir anlamı olmalı güzel kızım. Genetik vesaire, sonra zaten çok çekecek, çok ağlayacaksın anlamsızlıktan bi'tanem!

     Şimdi bir bakışta buldum seni. 'Dokunma bana, çok acıyor...' bakışı gördüm. Bilirsin, yıllarca benim gözlerime saklanan bakıştır bu. Olmadık bir zamanda 'Nar' taneleri oldun, dağıldın etrafa; bu bakışla karşılaşınca ben.

     Öpüyorum seni minik parmak uçlarından; ki o minik parmakların, çok sıkıyor kalbimi bu aralar. Çok dokunuyorlar, olmadık yerlerine beynimin. Beni herşeye rağmen seni çok seven, kıyamayan olarak hatırla kuşum...

28 Şubat 2017 Salı

Bir Anka Kuşu



      Evin içerisinin akşam sıcağından kurtulması için, balkona çıkıp, bir bira açmak yeter gibi olmuştu. Güney ve doğu tarafındaki panjurları sonuna kadar açtı. Kafasını, balkon korkuluğunun tam köşesine yerleştirip; ayaklarını, sıcaktan yapraklarını aşağıya salmış olan fesleğen saksısının üzerinde durduğu, sehpanın kenarına doğru uzattı. Biraz esmeye başlamıştı sanki; ama nefes almayı zorlaştıran sıcağı dağıtan rüzgâr, düşüncelerini dağıtmaya yetmemişti. 
      Duyulabilecek kadar yakından ama görülemeyecek kadar uzaktan, bir düğün sesi geliyordu. Sille türküsü müydü o çalan?
   "Şu Sille'den aman gece geçtim
         Görmedim annem annem annem"

      Çocukken köyde, toprak damlar üzerinden izlediği düğünler aklına geldi, gülümsedi bir an. Bazı şarkılar /türküler böyle arkadaşınız gibidirler. Bu da köyden bir çocukluk arkadaşıydı işte! Artık ortak hiç bir yön kalmasa bile, karşılaştığınızda -zamanın durduğu o çocukluk anısına geri döner- beraber arığa su katmaya gidersiniz, konuşmadan bakışlarla. Suyun kenarında gördüğünüz kurbağalara güler, sabun ağacının yapraklarını ve giliklerini taşla ezerek ya da birbirine sürterek köpük yapıp, elleriniz buruşana kadar suda oynarsınız. Sonra türkü biter, balkondaki köşeye geri dönersiniz. 

"Aman da Sille Sille Sille
  Çektiğim çille çille çille"

      Düğün şarkıcısı müziğe ara verdi galiba, bir sessizlik oldu birden. Tiz bir hoparlör sesi geldi önce, sonra karşı binanın duvarlarında yankılanıp, muhtemelen oynamaktan yorulanlarla beraber, ağaçların nemli gölgesinin karanlığında kayboldu. Akşamın sıcağını dağıtan hafif rüzgarın şerefine bir yudum daha aldı biradan ve eli, boşta kalmanın refleksiyle 216 paketine gitti. Bir sigara yaktı. Pencere denizliğinin üzerinde, çiçek saksılarının arasında duran kül tablasını gözleriyle buldu ve uzanıp, yanına koydu. Derin bir nefes alırken, paketin içinde kaç sigara kaldığını düşündü. Bilinçsizce yine saymıştı tabii ki; tam 12. İki gün önce, fazla mesaiye bıraktığı işçilerin "Sigaramız yok şefim." bahanesinin bir gereği olarak, zaten yarım olan kartondan beş paket çıkartıp, onlara vermişti. Demek ki kartonda da yedi paket kalmıştı en fazla. Bugün, işsizliğinin ilk günüydü. Yani bir hafta içinde iş bulması lazımdı. Sabah evden her zamanki vaktinde çıkmış, bir gazete alıp, parka gitmişti. İş ilanları, spor sayfası, manşetler, köşe yazıları derken, ölüm ilanlarına kadar her şeyi okuyup bitirmişti. Arayanlar olmuştu bu arada, 'nasıl oldu' diye, 'iş arıyorsan sağa sola soralım' diyenler olmuştu. Bir kaç ilanı da o işaretlemişti, CV göndereyim diye. Derken mesai bitmiş, evin yolunu tutmuştu. Yarınki program yine aynıydı. Evdekilere söylemenin bir yolunu ya da yeni bir işi bulana kadar parklar yazıhâne olacaktı anlaşılan.
     Bu arada düğün şarkıcısı elektro sazını yeniden dıngırdatmaya başladı. "Elektro-saz, nasıl bir icat ya!" diye düşünerek gülümsedi. Köy kökenli, şehirli toplum yaşantısının fon müziği olarak idealdi doğrusu. Hem etnik, hem modern! Şarkıcının sesi, dalgalana dalgalana balkondaki köşesine kadar geldi. Sonra çenesinden tutup önce kafasını yerden kaldırdı, müziğin geldiği yöne çevirdi, sonra kollarından tutup ayağa kaldırdı.

"Yaz baharım kışa döndü,
     Geçti ömrüm başa döndü."

      Derin bir nefes aldı, sesin geldiği muhtemel yöne bakıp, balkon korkuluklarını iki eliyle kavrarken. Aynen böyleydi durumu; tam oldu derken kışa dönen yazlar ve sürekli yollar başa dönerken geçen bir ömür. Sürekli bir koşturmaca, yeni bir hayat kurmaca, sonra hop ve püf! Sıfırdan başlamaca. Hayat böyleydi işte; hiç demeyeceksin "Ben oldum, hiçbir şey beni yıkamaz." diye "Daha ne olabilir ki daha kötü?" ya da "Öyle mutluyum ki artık yerimi buldum." diye... Olur öyle, her şey olur... Bazen hayat seni olduğun yerden alır, bambaşka bir yere koyar ve "Hadi, artık buradan devam et!" der. İşte şimdi yine bir yolun sonunda, yeni bir yolun başlangıcındaydı. Kim bilir daha kaç kere yanacak, kaç kere kül olacak ve kaç kere yeniden küllerinden doğmayı öğrenmesi gerekecekti. 'Hayat!' diye mırıldandı üst üste bir kaç kez. Yorulmuştu artık ama dinlenmeye vakti yoktu, bir iş bulması lazımdı acilen.
     İçeri girip bir bira daha açtı. Ev halkı henüz yokken biraz daha düşünmeye ve son bir keyif yapmaya vakti vardı. Hep başını alıp gitmelerden bıkmıştı artık. "Oturup konuşsaydık geçerdi belki her şey, Başını alıp gitmek sevdaya dâhil değil." diyen adamı düşündü. En fazla da başını alıp gitmek sevdaya dâhildi oysaki. Ait olmadığın hiç bir yere ve hiç kimseye teslim olmamak ve belki bir vuslat hayaliyle, düşülecek çöle, delinecek dağa doğru bir iç yolculuğuydu asıl sevda!
Biradan son yudumu aldı ve kutuyu dikip son damlalar heba olmasın diye, bir kaç kez salladı. Devir idare devriydi artık. Son damlanın da bittiğinden emin olunca, kutuyu balkonun diğer köşesindeki çöpe attı ve yatmadan önceki 'iyi geceler sigarası' için pakete uzandı. Hızlı içilen biralardan mı yoksa kafasından geçenlerin rüzgârından mı bilinmez, hafif çakırkeyif olmuştu. Gayriihtiyari dudakları aralandı ve mırıldanmaya başladı;

"Beni böyle sev seveceksen
Olduğum gibi göreceksen"

Bu şarkı da ilk aşkıydı herhalde, her sarhoş olduğunda hafızasının derinliklerinden tüm söz ve melodisiyle çıkıp gelip, diline yerleştiğine göre. Normal zamanda hiç aklına gelmediğine ve herkesten gizli söylediğine göre... Ve muhakkak ki en saf hâliydi sevmelerin ve hayattan taleplerin! Mırıldanmaya devam ederek içeri girdi, akşam sıcağının iyice çöktüğü odasına doğru yavaş yavaş...

"Girme ömrüme girme gönlüme
Ne dertliymiş bu diyeceksen!"

8 Şubat 2017 Çarşamba

OYUN

"İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak - gerisine ne oluyor?"

Pascal Mercier / Lizbon'a Gece Treni


      Çocukken ya da çok önceleri, uzun süre oynadığım bir oyunum vardı. Yanlış bir şey yaptım diyelim, mesela eve geç kaldım; hemen kafamda olabilecek en kötü senaryoları kurmaya başlardım. Eve girdim, annem şunu dedi, ben bunu dedim gibi kurguları kafamda canlandırırdım. Düşünme süresi uzadıkça, senaryolar da artar, şekillenir ve gittikçe en kötüye doğru hunharca ilerlerdi. Oyunun amacı şuydu; muhakkak kafamdan geçirmediğim bir şeyin olacağı ve olabilecek tüm kötü senaryoları kafamda canlandırıp, yaşarsam; asla gerçekleşmeyeceğiydi. Bu totem bayağı uzun bir zaman beni kurtardı. Buna rağmen yine de kötü bir şey yaşarsam, bunu da kendi hayal gücümün kurgu eksikliğine verip, kendime kızdığım zamanlar oldu. "Tüh, ben bunu niye düşünemedim!" diye. 
     Hayat zamanla, benim tahayyüllerimin çok ötesine geçmeye başlayınca, bu oyunu bıraktım. Ben hiçbirini düşünememeye başlamıştım çünkü ve tahmin edersiniz ki sürekli kaybedilen bir oyunu oynamak zevkli olmuyor. 
     Farklı bir oyuna konsantre oldum bu sefer; güzel şeyleri kurmak üzerine. "Yeterince iyi bir çocuk olursanız, şirinleri siz de görebilirsiniz!" hesabına bir oyun. Olmasını istediğin şeye konsantre oluyorsun bu kez. Ama tüm ayrıntıları kafanda eksiksiz kurman gerekiyor. Mantık hatası yaparsan yanarsın. Mesela; kızarmış ekmek kokusunun doldurduğu bir ev düşün. Çaydanlıktan çıkan nemli buhar ve demlenmiş çay kokusu senden önce gidip sevdiğinin boynuna bir günaydın öpücüğü kondursun. Evi düşün, sabah güneşi vuran mutfak masasını düşün ama hiçbir detayı atlama, yoksa gerçek olmaz. Ekmeğin üzerine sürdüğün reçelin ne reçeli olduğunu atlama sakın. Peynir de mühim bak, bir de zeytin ve illa ki kekik! Unuttuğun bir detay, bir kurgu hatası olursa; gişe başarısı bekleme arkadaşım! Olmaz çünkü! Olmadı zaten.. 
     Sonra kur işte kendine bi işyeri hayali. Yeterince canlandırabilirsen kafanda oluyor; Hulusi Kentmen gibi bir patron, Münir Özkul gibi bir usta, Adile Naşit gibi bir aşçı, Sadri Alışık gibi bir iş arkadaşı kur. Gerçekten düzgün kurabilirsen kafanda oluyor çünkü - tecrübeyle sabit. 
     Çok sonra bu oyun da hep yenilmek kaderiyle karşılaşıyor ama... Sen kanepende oturmuş eflatun bebek yeleği örerken, yünlere karışan sevdiğinin saçlarını şefkatle düzeltiyor gibi yaparken, radyoda Fairuz Le Beirut'u söylerken, sevdiğinin parmak uçları kalbine dokunuyor ama sen uzanıp öpemiyorsun - topu topu kalem tutan beş küçük noktayı...
     Başka bir oyun bulmak lazım şimdi; mesela "İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak -gerisine ne oluyor?" sorusuna bir cevap bulma oynayabiliriz. Sahi ne oluyor? Yaşamamış mı oluyoruz, sevmemiş mi oluyoruz, yoksa acı çekmemiş ya da mutlu olmamış mı oluyoruz? Bunlar, muhakkak birikiyordur bir yerlerde. Olmasını istemediğimiz tüm kötü senaryolar ve kurduğumuz tüm güzel hayaller, muhakkak birikiyorlardır bir yerlerde. Sonuçta sevmek de acı çekmek de bir kabiliyet işi değil mi? Yok, kesin; bir yerlerde çıkacak karşımıza bu moloz yığını. Hüzünlü ev kesikleri gibi ya da -yanından geçenin gözü takılacak; "Bu ev yıkılmadan önce ne şen kahkahalarla örülü duvarları, ne dayanılmaz acılarla kaplı bir çatısı vardı -kimbilir!" dedirtecek.
    Evet; sevmek de acı çekmek gibi bir kabiliyet işi... Şimdi yeni bir oyun bulmalı!
      

31 Ocak 2017 Salı

UYUMAN LAZIM!

      "Uyuman lâzım bugün!" dedi. "Biliyorum da yine aynı kâbusu görürsem?" dedim. "Off, biliyorsun ki hep aynı kâbusu görmüyorsun; bir üst versiyonunu görüyorsun! Hem, konsantre senin kâbusların. Dün gördün daha. Bir hafta uyumazsın şimdi, bir kaç saatlik uykuyla işe gidersin. Oysa ki haftaya göreceksin tekrar. Yani bugün korkmadan uyu. Kâbus yok bugün!" dedi.
      Ne kadar akıllı bir iç sessin sen öyle, gel bi' makas alayım diyecektim, sustum. Gece gece geyiğe vuracak, yine ben sızana kadar sabah olacaktı. Ama benden akıllıydı, kesin! Keşke hep onu dinleyebilseydim...
      "Uyumam lazım!" dedim tekrar. "Hop, kime diyorum!" dedim hatta. Bi' ara reklam girdi. Reklamı atlamak için 4 sn bekledim. Beni utanmadan 4 sn bekleten bu markayı da kara listeye aldım. Tam ağlamak üzere moda girmişim, en damar şarkıyı tıklamışım, zamanı mı şimdi bulaşıklarımın pırıl pırıl olmasının. Derdim o değil ki bebeğim! 4 sn sonra şarkı başladı. Ben, bilmem kaç şarkı sonra, tekrar reklam girince farkına vardım ve susturdum iç sesimi. Uyumam lâzım artık! "Uyumadan da idare ediyorsun sanki.." Evet, enteresan, gündüz işte de uykum gelmiyor, cin gibiyim maaşallah! "Ama bu normal değil tatlım, uyuman lâzım, değil mi?" 
      Evde sonu -ol ile biten tek organik bileşik kolonya kalınca uyudum. Sızdım mı yoksa? Sonuçta gözlerim kapandı yani uyudum say!
      Sonra Sunay Akın'ı çağırdım. O, herkese her şeyin doğrusunu anlatabilir. Geldi, tane tane konuştu; babama, öldüğünü izah etti. O, herkesi ikna edebilir. Ama sustu sonra o da... Biz babamın mevlidinde, herkes toplanmış, dizlerinin üstüne oturmuş vaziyette - Sunay Abi de dâhil- babamın abdest alıp gelmesini bekledik. O kadar gerçekti ki; uyandığımı fark edince biraz daha bekledim. Ama gelmedi, sonra kalabalık dağıldı. Sunay Abi de gitti, o da anlatamadı işte!
      Biriniz babama anlatsın artık öldüğünü. Ya da o birilerine anlatsın, henüz ölmemesi gerektiğini. Ben yapamadım çünkü... Bir tas su dökemedim mesela, öpmekten; bir avuç toprak atamadım, ağlamaktan... Ben onu gömemedim, o da ikna olmuyor işte öldüğüne! Çıkıp geliyor bazen, uzanıyor öyle, "Yakın beni." diyor. Sonra kızıyor bana, "Ateş böyle mi yakılır, ben size böyle mi öğrettim, körükle biraz!" diyor. Sağ elinin dışını, sol elinin içine kaydırır gibi vurarak; "Ayaklarımın közünü dağıtsana şöyle güzelce, annem!" diyor. Duman gözlerimi yakıyor; o hafifçe yerinden doğrularak, bana göz kırpıp, burnumdan makas alıyor; dizlerine kadar kor ateş közleriyle.
      Sonra yine uyanıyorum, gözlerim dumandan yanmış -belki is kaçmış- akıyor... 



  



10 Ocak 2017 Salı

Diren Kuş!

         "Biz basbayağı kaya gibi şeyleriz, hayat ayaklarımıza vurup vurup geri çekiliyor. Peki biz yine de niçin sevilmediğinde ölen kuşlar gibiyiz? Bir de bu meseleyi halledebilsek, bu dünyaya ne biçim omuz atar geçeriz!"

                                                                      Ece Temelkuran / 9 Mart 2013 _ Milliyet / Kıyıdan




   

   
   Hayata karşı -nasıl göründüğünden başka- kaygıları olan kadınlar var. Erkeklerin çok sevdiği ama anlamaya çalışmadığı kadınlar. Belki de biraz korktuğu, değiştirmeye çalıştığı. Keskin bulduğu köşeleri -törpülemek olmaz- eğelemeye çalıştığı. Törpülemek narin, naif bir söylem; eğeleme hatta rendeleme /raspalama daha uygun bu hoyrat yaklaşıma!

   Oysa o keskin köşelerin nasıl oluştuğunu bilseler... Hayatın ayaklarımıza vurup vurup geri çekilerek oluşturduğu o kayalıklar, ne göz alıcı, ne muhteşem bir resif, bir bilseler.. Olur öyle bazen, dalgasız deniz vaatlerinde bulunanlara doğru eser rüzgar.. Fırtınada ya da fırtına sonrasında sakin bir limana meyleder gibi.. Hayatın herkesle aynı olması ihtimali olur.. Olur bazen ama olmaz sonra... Ayaklarını kan-revan kesen, senin kendi mercan kayalıklarındır; farkına var, öğren bunu! Onlar ki ne muhteşem, ne renkli, ne kanatandır ama sonuçta bir iskelet yığınıdır!

   Sonra gözlerime sıkıntıyla baktı; "Seni ailemle tanıştıramam." dedi. "Neden?" dedim şaşkınlıkla. "Sen, onların kriterlerine uygun bir kız değilsin." dedi. "Nasıl bir kızım ki?" dedim. "Sen gördüğüm /tanıdığım en dürüst, en düzgün kızsın." dedi. Bu açıklamayla içim rahatladı; pırlantaydım ama bir köşem az parlıyordu. "Neyim uymuyor?" diye sormadım. Ne sorayım, neremi değiştireyim? Zaten on numara, beş yıldızdım!
   Meşhurdur benim kestirip atmalı sezon finallerim; onlardan biriyle noktaladık sahneyi. Bir sonraki sezon, beklentilerin üzerindeydi sanırım ama final aynı olacaktı ki süreklilik sağlansındı.

   Olur öyle bazen, 'yıkılmadım ama ayakta da durasım yok' durumu olur. Ama yine de yürünür ve bir yerlere varılır. Yeter ki yanınızda, vardığınız yere çiçekler ekmeniz gerektiğini hatırlatacak kadınlar olsun. Açıklama istemeyen, açıklama yapmak yerine, izlediği dizinin önceki bölümlerinin tafsilatlı özetini vererek, sizi de elinizi kolunuzu ekrana sallayarak, dizideki esas oğlana sektirir hale getiren kadınlar. Dokundukları her yeri çiçeklendiren, bastıkları her yeri çayır-çimen yapan kadınlar. Anneler, kız kardeşler, can kardeşler, arkadaşlar; hayatta nasıl göründüğünden başka da dertleri olan kadınlar.

   Sevilmediğinde ölmesin kuşlar; açlıktan, soğuktan zaten ölmez onlar; bir yolunu bulur, tutunurlar hayata! Yanlarında muhakkak vardır, bakışından /sesinden 'tut beni' dediğini anlayan, başka kayalık sahibeleri. Omzundaki saç telini yavaşça, konuşma arasında alacak, odandaki tozu siliverecek şefkatli ellerin sahibeleri... Sahibe ama sahip olma derdinde olmayan kadınlar!

10/01/2017