20 Kasım 2018 Salı

UÇAN ATLAR, YABAN GÜLÜ VE TANTUNİ


       Cadde arabalarla, kaldırım insanlarla doluydu. Envaiçeşit ışık ve renk, mekânların camlarından, mağazaların vitrinlerinden yansıyıp ortalığa saçılıyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Büyük şehirlerin gökyüzünde geceleri yıldızlar gözükmez, sadece karanlık. Ama ben uçan bir at gördüm, sonra bir zebra ve bir sürü hayvanat, çeşit çeşit, renk renk…
       Yanımdaki arkadaşlarıma baktım. Gökyüzünü gösterdim. Alkol henüz kana karışmamış, sindirim sisteminde gıda muamelesi görüyor olmalıydı. Onlar da uçan hayvanları görünce rahatladım. Az ilerimizde kaldırımın üstünde, elinde bir uçan balonla hareketsiz duran adamı görünce anladım durumu. Satıcı, sermayeyi elinden kaçırmıştı, hepsi bu. Sırtı bize dönük, kafasını havaya kaldırmış, uzay boşluğuna doğru uçan, ekmek parasına bakıyordu. Hüzün, o an, gözle görülen ama elle tutulamayan bir hâl aldı. Elimi adamın düşmüş omuzlarına koyup, gökyüzündeki uçan atlara bakarak, adamla beraber ağlamak istedim. Onun yerine elim sigara paketine gitti. Mekânda sigara içilmediği aklıma geldi. Ceketimi alıp kapının önündeki kaldırıma çıktım.
       Kaldırımı caddeden ayıran korkuluklara yaslanıp bir telafi sigarası yaktım. Arkadaşlarımdan biri de elinde kadehiyle yanıma geldi. Bir dal da ona verip sigarasını yaktım. Aklım gökyüzünde, gözlerim yerdeydi. O esnada yanımıza gelen küçük kızı fark etmemişim. Elinde üç tane, tekli sarılı gül tutuyordu. Çiçek alacak hâlimiz, gül koklayacak durumumuz yoktu. O yüzden kafamı çevirip sigara içmeye devam ettim. Birazdan arkadaş koluma dokunup “Şunu bir tutsana,” diye elindeki kadehi uzattı. Bardağı alınca karşımdaki kızla göz göze geldik. On iki on üç yaşlarında, kumral, güzel gözlü bir kız çocuğuydu. Elinde tuttuğu güllerin ağırlığından değil, ergenliğin fiziksel değişiminin verdiği bir mahcubiyetle hafif kambur duruyordu. Yanımdan geçen arkadaşıma soran gözlerle baktım. O, gözlerime bakmadan, kulağıma eğilip “Açmış,” dedi ve yandaki tantuniciye doğru yürüdü. Kapıdaki ustaya kızı göstererek, bir şeyler söyledi. Yanımıza geri döndüğünde kıza bakıp gülümsedi ve “Ne istiyorsan al oradan,” dedi.
         Kız koşarak gitti. Tam kapıya geldiğinde geri dönüp durdu. Ellerini göğüs hizasında yere paralel iki yaparak, “Abi, iki tane alsam olur mu?” diye tedirgin sordu. Arkadaşım, kolunu havaya kaldırıp elini, uçmaya çalışan bir kuş kanadı gibi sallayarak, “Al, al!” diye mahcup seslendi. Kız, siparişini verirken biz, konuşmadan sigaramızı içmeye devam ettik. İçerden diğer arkadaşımız da yanımıza geldi bu sırada. Siparişini veren kız da geldi, yanımdaki korkuluğun üstüne çıkıp oturdu. Yan gözle onu izlemeye başladım. O da mekânın içindeki neşeli, efkârlı, gülen, konuşan, yemek yiyen ve içen insanları izliyordu.
Birden içerde bir hareketlilik oldu. Müzik değişti, neşeli tanıdık bir melodi çalmaya başladı. Elinde içi ışıklı kocaman balonlar tutan bir garson, kapının yanındaki masaya doğru yaklaştı. Arkasındaki garsonun ellerinde de üzerinde maytaplar yanan bir doğum günü pastası olduğunu görünce anladık durumu. Yan masamızdaki güzel kızın doğum günüydü. Ve neşe, hızla yayılan bir duyguydu; alkışlar kulağa ses hızıyla gelmeden, eller havada birleşmeye hazırlanıyor; kahkahalar duyulmadan, yüzlere bir gülümseme yayılıyordu. Hüzün ve açlık, bir sonraki dalgayla kıyıya vurana kadar, diplere gömülmeye hazırdı. Tanımadığımız insanların sevincine ortak olduk biz de.
“Aaa ne kadar büyük bir bıçak o!” Kafamı, küçük kıza çevirdim. O ise gözlerini kocaman açmış hâlâ şaşkınlıkla garsonun elindeki bıçağa bakıyordu. Hayreti beni de sarmıştı.
“Yok canım, ona bıçak denmez, bildiğin kılıç bu,” diye olayı körükledim.
“Ama çok şey değil mi bu abla, yani gereksiz abartılı falan?” Biraz önce verdiği tepkiden mahcup, gözlerini içerideki kalabalıktan alamadan, bana açıklama yapmaya çalışıyordu. Bense yan gözle onu izleyerek, şaşkınlığıyla eğleniyordum.
“Tabii canım, ne gerek var. Bak bak bir de sapını folyoyla sarmışlar yaldır yaldır. Alt tarafı pasta kesecekler.”
“Ya çok büyük bu bıçak,” diye tekrarladı yüzüne yayılan gülümsemesiyle.
Sonra kahkahalar eşliğinde pasta kesildi, servis yapıldı ve mevzubahis bıçak gözden kayboldu. Sohbet kesilsin istemiyordum. Burada tek başına beklemesini de istemiyordum.
“Senin adın ne?” diye tepeden inme sordum.
“Şilan,”
“Ne güzel ismin var. Anlamını biliyor musun?” deyince gözleri parladı. Oturduğu yerden atlayıp yanıma sokuldu.
“İki anlamı var; biri yaban gülü, biri kuşburnu,” diye anlatmaya başladı.
“Aferin, doğru biliyorsun. Hiç kuşburnu gördün mü peki? O da bir çeşit güldür zaten.”
Elinde tuttuğu gül paketlerini koltuğunun altına aldı ve ellerini kâh çiçek gibi, kâh yaprak gibi kıvırıp bükerek, bize kuşburnunun nasıl bir şey olduğunu anlatmaya başladı. Konu diğer arkadaşların da ilgisini çekmişti. Belli ki ismini seviyor, dağlarda açan dikenli yabani çiçekle kendi şehirli garibanlığını mukayese ediyor ve eninde sonunda gül açma ihtimalini bekliyordu. Gözlerindeki gurur ve sesindeki neşeyi bozmamak lazımdı. Ben de çocukken yaşadığım bir kuşburnu toplama anımı anlatarak güldürdüm onu.
Sonra tantunicinin çırağı siparişi getirdi. Arkadaşım, içeri gidip hesabı ödedi. Kaldırımdaki sohbet bitmişti. İki tantuni hazırlanana, iki sigara içilene kadar süren bir arkadaşlıktı bu. Bize teşekkür etti ve biz de ona afiyet olsun dedik. Biz meyhanedeki masamıza dönene kadar, o sokakta kaybolmuştu bile. Kafamı gökyüzüne kaldırdım; artık hatırlamadığım uçan atlar gitmişti, yıldızlar hâlâ görünmüyordu. Aklımda bir şey vardı, anımsamak için arkadaşlarımın yüzüne baktım. Ellerimiz kadehlerimize gitti, önce çaktırmadan tabağın kenarına vurdum, sonra kaldırıp havada tokuşturduk:
“En kötü günümüz böyle olsun!”

15 Ağustos 2018 Çarşamba

FİKRİMİN AYRIK OTU


Bahçenin kenarında ayakta dikilerek onu bekliyordum. O ise bir elinde bahçenin ortasına çektiği su hortumu, yere çömelmiş diğer eliyle yerden kimi otları yolup yolup kenara atıyordu. Sıkılmıştım ve bir an önce konuya girmek istiyordum ama kızdırmak da istemiyordum. En son geldiğimizde patronum Mehmet Bey, “Hüseyin Amca napıcan bu kıçı kırık viranede? Sana dört koca daire verecez. Bırak bu otla çöple uğraşmayı, kira paralarıyla bu domatesin biberin âlâsını alırsın. Ha ha ha!” diye konuya girince; adam, bizi bel küreğiyle bahçe duvarının dışına kadar kovalamıştı. Hatta hızını alamamış, biz arabaya binip sokağın ucunda kaybolana kadar, ne horoz sesi duymamış, ne yakası açılmamış küfürler savurmuştu arkamızdan. Bu olaydan sonra beni affedip bahçeye alması bile bir mucizeydi bence. O yüzden sesimi çıkartmadan, onun işini bitirmesini bekliyordum. Patrona sorsan, ruh hastası bu yaşlı bunakla iletişim kurmak imkânsızdı, o yüzden beni göndermişti ya. Benim sessiz muhabbetim onu açmasa bile, böyle sıkıntılı tiplerin bana olan itidalleri ve benim ikna kabiliyetim tecrübeyle sabitti. Belki de şirkette hâlâ çalışabiliyor olmamı, bu müphem özelliğime borçluydum.
Hüseyin Amca, ben orada yokmuşum gibi işine devam ediyordu. Bahçenin hangi köşesine gitse, ben de sessizce peşinden gidiyordum. Yere çömelip fideler arasında düzensiz biten yabani otları yoluyor, eliyle yapraklara dokunup toprağı şefkatle düzlüyordu. Arada bir derin bir nefes vererek yerinden doğruluyor, tozlu çamurlu elleriyle uyuşan diz kapaklarını ovalayıp bükülen belini düzeltmek ister gibi, ellerini beline koyarak göbeğini iyice dışarı çıkartıyordu. Böyle anlardan birinde dayanamayıp ben de çömeldim yere ve onun bıraktığı yerden devam ettim. Bahar aylarının ortasına gelmiştik ama havalar hâlâ bir türlü düzelmediği için fideler cılız görünüyordu. Yabani otlar ise tüm gümrâhlıkları ile canlı ve diri derine kök salmışlardı. Hüseyin Amca yorulmakta haklıydı; köklerini topraktan ayırmak için bayağı bir zorlamak gerekiyordu. Küçük dikenleri olduğunu fark etmediğim bir otu yolmaya çalışırken işaret parmağımda bir sızı hissedince, “Ahh!” diye elimi aniden geri çektim. Bu şekilde Hüseyin Amca’nın da dikkatini çekmiş oldum. Yanıma gelerek, babacan bir tavırla “Dikkatli ol, adı üzerinde yabani bunlar, kapıverirler adamı,” dedi. Acımı unutarak gülümsedim; sonunda ağzından bir kelâm çıkartmayı başarmıştım, biraz acılı da olsa.
“Hüseyin Amca, sen de hiç yolmamışsın ki bunları. Baksana her yeri kaplamışlar,” diye muhabbeti sürdürdüm. Gözlerime istihza ile bakarak o da gülümsedi. İkna yolunda her şey iyi gidiyordu.
“Yolmaz mıyım, her gün yoluyorum. Ama bunların işi de bu! Bir nevi inatlaşma; sen düzleyeceksin o bozacak, sen kurutacaksın o yaşayacak. Doğanın insanla mücadelesi de bu işte.”
“Niye uğraşıyorsun ki bu yaşta? Senin tam rahat edecek, torunlarınla oynayacak zamanın.”
“Hah, geldik mi yine aynı yere?” diyerek astı yüzünü.
“Bak evladım, hiç boş yere uğraşmayın. Bu evi de bahçeyi de vermeyeceğim size. Çocukları desen, zaten anneleri vefat ettiğinden beri pek uğramıyorlar buraya. Arada arar, hâl hatır sorarlarsa o kadar.”
“Biraz da kendinin düşün o zaman Hüseyin Amca. Eline geçen üç kuruş emekli maaşı ile kışın bu evin çatısı sobası, yazın bahçesi duvarı uğraşıp heder oluyorsun. Kötü mü olur, mis gibi apartman dairesinde sıcacık otursan? Kira gelirleriyle de gezip tozsan artık. Bir ömür fabrikalarda çalışıp alın teri dökmüşsün zaten. Rahat etmek, bir oh demek senin de hakkın.”
Bana bakıyor ama görmüyor gibiydi. Sözlerim onu bir hayal âlemine sokmuş, geçmişin terli tozlu yollarında dolaşıyor gibiydi. Susup bekledim ben de kolay değildi koca bir ömrün muhasebesi. Neden sonra kafasını kaldırdı, gözlerimiz tesadüf edince anladım, söyleyecek şeyleri vardı.
“Torna tezgâhının başında kırk beş yıl çalıştım ben, kimine bir ömür. Şu gördüğün parmak iki kere koptu da geri yerine dikti doktorlar. İnsan, bir süre sonra yaptığı işe benziyor evlat. Demiri tutan bu eller, demir gibi oluyor. Çeliğe bakan gözler, çelik gibi oluyor. Velhasıl bizim kalıbımız kurulmuş, madenimiz içine eritilip dökülmüş yıllar önce. Alışmışız böyle, sirkede kurt yaşar gibi yaşamaya, senin dediğin gibi heveslerim kalmadı benim.”
“Yapma Hüseyin Amca, kalp durup ömür bitmeden, hiç heves biter mi? Gel, sen beni dinle, kalan ömrünü de rahat geçir. Bana dua edersin sonra.”
 “Heves bitmez tabii. Yabani otlar gibi kimi düşünceler, kimi duygular da. Yolup yolup atarsın, bir daha büyür. Emek emek büyüttüğün, bir sıraya dizip diktiğin fideler kurur, pamuklara sardığın tohumlar yeşermez ama bu su görmez, güneşe bakmaz otlar, arkanı döner dönmez tekrar çıkar. Hiç yolmamışsın gibi gür ve hep sulamışsın gibi yeşil. Tohumu nerden gelir, suyunu kim verir muamma… İşte böyle; süveydâ-ı gönülde gizli ümitsiz bir aşk gibi, fikrimin yegâne ayrık otu gibi, durur durur kaplar her yeri. Ama yabanidir işte, faydasız. Benimle uğraşma artık, fikrim kati. Üç beş seneye ben ölünce, çocuklar satar size burayı, o vakite kadar bekleyin madem.”
Sustum. Son arzusunu söyleyen bir mahkûm gibi konuşmuştu Hüseyin Amca. Belli ki onu bu eve bağlayan görünmez bağlar, bahçenin toprağına saldığı kökleri vardı. Patrondan yiyeceğim fırça umurumda değildi. Elini öpüp vedalaştım. Bahçe kapısına geldiğimde geri dönüp bir kez daha bakmak istedim. Yere eğilmiş, domates fidelerinin kenarındaki ayrık otlarını yoluyordu, hırsla inatla değil ama sever gibi.

16 Mayıs 2018 Çarşamba

SES (şiirli)


Gecenin geç bir saati olmuştu. Yarın iş çıkışı memlekete gitmesi gerekiyordu. Sırt çantasını, depo ve ütü odası olarak kullandığı, küçük odadan alıp yatak odasına getirdi. İçine üç beş parça bir şeyler atmak gözünde büyüdü. Çantayı gardırobun önüne bıraktı ve yatmak için hazırlanmaya başladı. Yola gideceği zaman uyuyamayanlardandı. “Nasıl olsa sabah erken kalkar, hazırlanırım,” diye düşündü. Gidiş sebebi de uykusunu kaçıran sebeplerden biriydi. Başucu lambasını yakıp odanın ışığını söndürdü.
“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım”  
 Attila İlhan
Yatağa girdi ve uzanıp kitabını eline aldı. Tam birkaç sayfa okuyup elindeki kitabın sayfaları yavaş yavaş göz kapaklarını kapatmak üzereyken, odanın içinde bir yerden bir ses duydu birden. Bir hışırtı... Sesin geldiği yeri tespit etmek için yerinde doğrulup kulak kesildi. Evet, çantanın içinden geliyordu ses. Her ne ise hareket ettikçe, çantanın içindeki poşetlere değip bir hışırtı çıkartıyordu. “Şşşt ne oluyor orada!” diye seslendi. Sessizlik. Ne yapmak lazım diye düşündü. Çeşit çeşit ihtimaller geçti kafasından. Sonra cesaretini toplayıp yavaşça yataktan çıktı. Önce komodinin üzerindeki bilekliği alıp –kaç aydır bir türlü şişi inmeyen- sol ayak bileğine taktı ve sonra terliklerini bulup giydi.
Sol ayağına yük vermemeye çalışarak odanın kapısına koştu ve hızla dışarı çıkıp kapıyı kapattı hemen. Seke seke banyoya gitti. Uzun saplı fırçayı kestirdi gözüne. Fırçayı kaptığı gibi odaya doğru yöneldi. Derin bir nefes alıp yavaşça kapıyı açtı. Şüpheli çanta, masum bir şekilde dolabın önünde yatıyordu. Ama görüntüye aldanmadı. Fırçanın erişebileceği uzaklıkta durup çantaya doğru sapını uzattı ve çantanın askısına geçirdi. Geri geri giderek çıktı odadan. Çantaya mesafesini koruyarak küçük odanın kapısını açtı. Ustaca olduğunu düşündüğü bir manevrayla çantayı odaya atıp kapısını sıkıca örttü. Yatak odasına gitti hemen. Sessizliği dinledi bir süre. İçeriyi, olay yeri inceleme ekibi titizliğiyle gözden geçirdi. Yatağın üstündeki yorgana gözü takıldı. Hızlıca yorganı açtı. Ne aradığını bilmiyordu ama yatağın içi de temizdi. “Uyumam lazım,” diye mırıldanarak, ışığı kapatıp yattı tekrar. Başucundaki kitaplardan birine gitti eli. Tedirginlik içinde, kulağı tetikte birkaç sayfa okurken uyuya kaldı.
Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.
Dikerim ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi, dalarım tedirgin bir uykuya.
Bertolt Brecht
Saatin alarmından önce, ayak bileğinin verdiği, yükselip alçalarak üç dakika süren, dalgalı siren sesi alarmıyla uyandı. Bu bir kırmızı alarmdı ve sığınaklara gitmesi gerekiyordu. Ama o, yerinden doğrulup komodinin üzerindeki sızı merhemini alarak, ağrıyan bileğine yavaşça sürdü ve bilekliğini ayağına taktı. Bütün gece rüyasında, evdeki bilinmez misafirle mücadele ettiği için, hiç uyumamış gibi yorgundu. Odanın kapısını açmadan önce, dışarıyı dinledi; hiç ses yoktu. Banyoya gitmek için koridordan geçerken, küçük odanın kapısının yanında durdu bir an. Ahşap kapının buzlu camından içerisi, her çeşit hayale imkân verecek kadar flu görünüyordu.
Elini yüzünü yıkayıp üstünü giyindi. Hatta çantaya koyacaklarını hazırladı. Mutfağa geçip pencereyi açtı. Sabah güneşi, gelin gibi bembeyaz çiçeğe durmuş olan vişne ağacının dalları arasından süzülüp içeriyi aydınlattı. “Muhtemel suç mahalli burası olmalı” diye düşündü. Evi, giriş kattaydı ve bu pencere genelde açık oluyordu. Kaç kere kedi girmişliği vardı mesela. Bir cesaret sigarası yaktı, bunları düşünürken. Korkunun ecele faydası yoktu, eve ne girdiyse arayıp bulmalı ve geç kalmadan işe gitmeliydi. Kararlı adımlarla geçmesi gereken koridoru seke seke giderek, banyoya girdi ve malûm fırçayı eline aldı. Diğer odaların kapılarını kapatıp dış kapıyı açtı. Küçük odanın kapısını aralarken nefesini tuttu. Fırçanın sapını çantanın kulpuna takıp koridora çekti. Hiç ses yoktu. Elindeki fırça sapıyla çantayı bir iki dürttü. Yok, hiç ses yok! Yanına yaklaşıp içindekileri halının üstüne silkeledi. Sadece poşetler döküldü yere. Dış kapıyı örtüp mutfak kapısını açtı ve çantayı eline alıp bilinmeze seslendi; “Ben gelene kadar, geldiğin gibi git, lütfen!”. Hemen yatak odasına gidip eşyalarını çantaya yerleştirdi. Sonra mutfak penceresini kapatıp ayrıldı evden.
İstediğiyle çıkardı yollara
Giderdi hiç istemediğiyle 
Gülten Akın
              
İşten çıkıp otobüs garına geldiğinde aklı evdeydi hâlâ. Biran önce gidip gelip evi dip bucak aramayı mı istiyordu, yoksa evden gittiği için mutlu, geri dönmemeyi mi istiyordu karar veremiyordu. Üzerine evcil bir hayvan ataleti yapışıp kalmış gibiydi. Gücünden, ebadından habersiz; tek koşulu yemek yiyip yatıp uyuyabileceği huzurlu bir evdi artık. Üstelik ayak bileği yine zonklamaya başlamıştı ve ağrının tesiriyle iyiden iyiye topallıyordu. Evcil hayvanlardan topal at düşmüştü galiba bahtına. Etraftakilerin vurucu bakışlarını fark etti. Sırt ve kol çantası, aksayan ayağı ve tek başınalığı birleşince muhakkak ki bir acıma ve merhamet hissi uyandırıyordu. Tek tek herkese açıklama yapma isteği duydu; “Bu geçici bir durum, sadece ayağımı burktum,” diye ama görüntüye, bir de deliliği eklemenin gereği yoktu. Bu düşüncelerle tüm o mahşeri kalabalığın, seyyar satıcıların ve çığırtkanların arasından sıyrılıp otobüsünü buldu. Her otobüs yolculuğundan önce yaptığı gibi, bir sigara yakıp “yeni bir hayat” olasılığını düşünmeye başladı. Gece yolculuklarını sevmeye başlama nedenini...
Otobüsün motoru gürültüyle çalışıp yola koyulurken; yolcular, tek kişilik adalarına doğru kendi kayıklarının küreklerini çekmeye başladılar. Şehirlerarası otobüsler, garlar, mola yerleri; insanların hem bu kadar yakın olup hem de inadına yalnız ve kurallardan azade olduğu yerlerdi. Bu insanları, bir daha görmeyecek olmanın verdiği bir rahatlık mı; yoksa bir kere yola çıkmış olmanın tesis ettiği bir özgürlük hissi mi diye düşündü. Seferi olmak, süreli bir delilik hâliydi sonuçta, sorumluluklardan muaf tutulan.
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
Yılmaz Erdoğan
Her mola yerinde, kulaklıklarını çıkartıp otobüsten indi. Bir sigara yakıp etraftaki insanları izledi. Biraz üşüdü her seferinde. Sabah hastaneye gidecekti, istemiyordu; pazartesi işe gidecekti, istemiyordu; akşam eve gidip -ne olduğunu bilmediği- davetsiz misafirini arayacaktı, istemiyordu. Sadece mola yerlerinde üşüyerek, çay-sigara içip insanları izlemek ve otobüsün içinden geçtiği şehirlerin ışıklarına bakıp yazılarını okumaya çalışmak istiyordu. Bu yolculuk hiç bitmese diye düşündü.
Sabaha karşı indi otobüsten. Servise binip evlerinin olduğu mahalleye gitti. Sokak lambaları sönmemişti henüz. Ama gün doğup ortalığı aydınlatacak ve lambaların ışığı sönmese bile, görünmez olacaktı. Gecenin zarurisi, gündüzün gereksiziydi. Eve sessizce girmeye çalışırken annesi kapıyı açtı. Ayak sesinden yavrusunu tanımak, hiç bilmediği ama hep hayret ettiği bir duyguydu. İçeri –her zaman rahatlıkla uyuyabildiği eve- girdi. Babası henüz kalkmamıştı. Annesi kahvaltıyı hazırlayana kadar, elini yüzünü yıkadı. Babasının yanına gidip hep yaptığı gibi öperek uyandırdı. “Geldin mi? Ben dedim zaten gelir diye...” diye mırıldanarak yerinden kalktı. Yüzünde çocuksu bir gülümseme vardı. Sormadı, kime dedin diye. Anne babaların yaşlandıkça, çocuk gibi davranması olağandı; ama bu hastalık, babasını birden yaşlandırmış ya da çocuklaştırmıştı. Susarak söyleyen, öpmeden seven adam gitmiş; yerine sürekli mızıkçılık yapan, yaramazlıklarını anlatmaktan keyif alan bir çocuk gelmişti. Bugün, hastaneye kontrole, bakalım nasıl kandırıp götüreceklerdi?
Başladığım bugünkü gün
yarıda kalabilirsin,
geceye varmadan yahut
çok büyük olabilirsin
Nazım Hikmet
Kahvaltı boyunca, babası da bir şeyler yesin diye bir yandan iştahla tabağındakileri yedi, bir yandan da konuşarak onu neşelendirdi. Yüzünde hep aynı tebessümle anlattıklarını dinleyip kafasını salladı. Hastalık süresince, bir ömür konuştuklarından daha fazla konuştuklarını düşündü. Sonra vişne ağacının nasıl çiçeğe durduğunu anlatırken, babası birden ciddileşti.
“Sen taşın o evden. Hem eski, hem giriş kat.” dedi.
“Her yerini tamir ettim baba, iş çıkarma bana şimdi. Hem ne olacak giriş katsa?” diye cevapladı onu. Ama tedirgin olmuştu bu nasihatten.
“Mutfak penceren hep açık, kedi de girer, fare de!” diye söylendi. Sigara içtiğine mi kızıyor diye düşünürdü normalde. Ama pencereden girebileceklere yoğunlaşmıştı bu sefer. O sırada kalkıp gelen kardeşi lafa girdi:
“Sen korkmazsın tabi de mevsim bahar; yılanı var, kertenkelesi hatta kurbağası var bunun.” Kardeşinin zooloji bilgisine içinden küfür etmekle birlikte, dışarıya renk vermemeye çalışarak,
“Tabi canım korkmam ben de, siz de ne abarttınız ya!” diye tepki verdi. Annesi durumdan şüphelenmişti bu sefer;
“Yoksa bir şey oldu da bize söylemiyor musun?” diye lafa girdi. Etrafı hafiyelerle, kafasının içi türlü hayvanatla çevrilmişti.
“Eve bunlar girse ne yapacağımı söyleyin siz bana, olunca düşünürüz, buluruz bir çaresini!” diye üste çıktı çaresiz. Onlar aralarında yorum yapmaya devam ederken, kafasında türlü ihtimaller ve konuşmaların gidişatına göre senaryolar oluşmaya başladı. Sonra hepsini kovalayıp “Hadi hadi, hastaneye geç kalıyoruz!” diye ev halkını ayaklandırdı.
Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Turgut Uyar
Hastaneye gittiler. Doktor diyaliz dedi. Diyaliz ünitesine gittiler. Babasını yine bağladılar o makinaya. Vücudunun atamadığı suyu, üreyi kanından almak için. Kan, bir hortumla damardan çekiliyor, makinaya giriyor ve orda ne oluyorsa temizlenip tekrar vücuda giriyordu. İki buçuk saat sürdü bu sefer. Dışarda beklediler. Arada, birer birer içeri girip; üşüyor mu, acıktı mı, şekeri düştü mü diye kontrol ettiler. Çalışanlar artık tanıyor, müdahale etmiyordu onlara. Babasının sürekli –alışılmış bir memur ağzı ile- teşekkür etmesi, iyi günler dilemesi; onlara, ince ve insani şeyleri hatırlatıyor olmalıydı. Diyaliz bittiğinde yorgundu, tekerlekli sandalyeyle hastanenin kapısına götürüp hemen bir taksiyle eve gittiler. O gece herkes uyudu; kimi yorgunluktan, kimi huzurdan, kimi çocuklarının yanında olmasının verdiği mutluluktan, kimi vücudundaki ifrazatı atmış olmanın rahatlığından...
Cumartesi dinlenerek ve karşılıklı anlatıp dinleyerek geçti. Yeni hiçbir şey konuşulmadı. Eskiler, güzel günler anlatıldı. Hoş, geçmişte olan kötü günler de geçip gittikten sonra, anlatması keyifli, gülünesi şeylerdi. Hele ki babası bu hastalığa yakalandıktan sonra; ne anılar, ne kırgınlık ve kızgınlıklar anlatılıp gülünerek, temize çekilmişti. O yüzden belki de böyle çocuk gibi bir hafifliğe ve huzura kavuşmuştu.
Pazar günü dönüş yolunda bunları düşündü. Gündüz yolculuğunda, şoförün radyosunu dinlemek adettendi, dinledi. Şoförün arada -camı açıp- yaktığı sigaranın kokusunu içine çekti. Onun kederini de içine çekmiş gibi efkârlandı, bu adetten değildi. Top kek yedi, kahve içti, dağıtılan kolonyayı eline sürüp kokladı. Sonra evine yakın oturan arkadaşına telefonla mesaj gönderdi: “Akşam benim evde buluşalım, evde bir ses var, bulamadım ne olduğunu. Tek başıma eve girmeye korkuyorum. Otobüsten inince ararım. ”
Arkadaşından gelen olumlu cevapla rahatladı. Evin kapısında biraz onu bekledi. Önce o girdi. Odaları dolaştı, ses var mı diye dinledi. Kanepelerin altına, dolapların içine baktı. Bir şey bulamayınca eve beraber girdiler. Çay yapıp, yemek hazırladılar. Duydukları her sese, ayaklanıp tekrar aradılar. Bu böyle bir hafta sürdü. İşten beraber geliyor, evi kolaçan ediyor ve çay demleyip yemek yiyorlardı. Bir haftanın sonunda, emin oldular evde bir şey olmadığına. Arkadaşının her akşam gelmesine gerek kalmadı.
On gün sonra yatağına yatıp kitabını eline aldı. Okumaya başlarken, aklına cezaevinde yatan bir arkadaşının bir anısı geldi. Hücresindeki fareye öyle alışmıştı ki arkadaşı, hapisten çıkıp evine gidince, oyuncak plastik bir fare almıştı. Kimse anlamamıştı onu, kafayı sıyırdı sanmışlardı içerde. Şimdi sessizliği dinlerken, aklına o gelmişti. “Bir ses duysam –şükür- yalnız değilim galiba,” desem diye düşündü. Evde bir canlı olsun da ne olursa olsun; arkadaşım olsun, bir iki günlük mücadelem olsun diyecek kadar, yalnız ve sahipsiz hissetti kendini.
Bilmezler yalnız yasamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler. 
Orhan Veli

7 Mayıs 2018 Pazartesi

İKİ MUCİZE


Acı geçiyor

Acı geçiyor
Acı elbette geçiyor
Acı çekmiş olmak geçmiyor.
Bakiye / Kemal Varol


Hastanenin loş odasında, yarı açılır koltuğu, ayaklarımızı uzatabilecek şekilde açıp kardeşimle yan yana yatmıştık. Babamın yatağının ayakucundaydık. Onun uyumadığını, derin nefes almaya çalışma sesinden ve hafif inleyerek bir türlü alamadığı o nefesi verişinden anlıyordum. Ben de uyumuyor, onun nefesini dinliyordum.
Oda, plastik bir perdeyle ikiye ayrılmıştı. Yan tarafımızda da babamdan yaşça büyük bir amcayla refakatçi oğlu vardı. Onlar çoktan uyumuştu. Oda mı çok sıcaktı, üzerimdeki yün kazak mı kalındı bilemiyordum, daralmıştım. Hastaneye yatırdıkları haberi gelince, işten izin alarak, ilk otobüse atlayıp gelmiştim. Ankara’nın sessiz soğuğundan, Antalya’nın hasta sıcağına. Sessizce, dışarı çıkmak için yerimden doğruldum. İçerinin ilaç, idrar ve hastane yemeği karışımı kokusu iyice bunaltmıştı beni. Yangın merdivenine çıkıp hem biraz hava almak, hem de bir sigara içmek istiyordum. Yerimden kımıldamamla babamın gözlerini açması bir oldu.
“Üşüdün mü?” dedi.  
“Yok, babacığım. Dışarı çıkacağım, şekerini ölçmeye geleceklerdi, gelmediler. Bir bakıp geleyim.”
“Üşüme, al şu battaniyeyi.” diyerek ayaklarına serdiğimiz battaniyeyi toparlayıp takatsizce bana doğru attı. “Ört üstünü iyice, üşüme.” diye tekrarladı. Ne yapacağımı bilemedim. El mecbur “tamam” deyip, tekrar uzandım. Bir vakit sonra nadir gelen uykularından birine dalınca, yavaşça ayağa kalkıp, sessizce dışarı süzüldüm.
        Duvardaki tabelaya gözüm takıldı: Onkoloji Kliniği. Evet, burası Onkoloji Kliniği; burada yaşanır ölümlerin en divanesi, en şahanesi! Geceleri nöbetçi doktorlar gezmez, hemşireler bile çok elzemse odalarından dışarı çıkar. Bir hasta, buraya yatacak hâle gelmişse, üzerinde denenecek ilaç kalmamıştır, artık umut kesilmiştir. Tabii ki o zamanlar bu durumu bilmiyorduk. Hastane çalışanlarının ilgisizliğinden, umursamazlığından şikâyet ediyorduk.
        Odalardan gelen inleme sesleri ve kesif kokuların içinden geçerek, yarı aydınlık koridordan yürüyüp yangın merdivenine çıktım. Çıkış kapısının yanındaki odada yatan hasta, gece yarısından önce ağır bir kanama geçirip ölmüştü. Kızının çığlıklarına koşan hasta bakıcılar, ölüyü alelacele aşağı morga indirmişti. Henüz temizlenmeyen odadan gelen kan kokusu, yarın bulmamız gereken iki ünite –beyaz- kanı hatırlattı. Sonra ölümle ilk karşılaşmamı anımsadım.
        Yedi yaşındaydım ve babamın tayini çıkmıştı. İlk atlası açıp ablamla haritada Diyarbakır’ın yerini bulduk. Baktım baktım, anlayamadım: Hiç taş var mıydı acaba orada? Ne olur ne olmaz diye, bir torbaya sevdiğim taşları doldurdum. Gizlice valizin bir kenarına sıkıştırdım. Tavuk tüyünden minderimi de kucağıma aldım, artık hazırdım taşınmaya. Eşyalar toplandı, her şey kutulandı. Babam, annemi ve üç kız kardeş olan bizi köye gönderdi. Kendisi önden gidip ev bulacak ve sonra eşyaları götürecekti.
Köyde günler çabuk geçti. Çocuksanız; dünya, yokuş aşağı yuvarlanan bir çember gibi, oyun için döner ve zaman, dedenin masasında duran saatin içindeki tavuk misali, neşeli neşeli yem toplar gibi geçer. Çıkılan yolculuklar, hiçbir zaman bilinmeze değil, öğrenilecek olana doğru gider. Böyle böyle dönüş zamanı geldi. Babamın annesi olan ebem, taş evin ahşap verandasından bizimle geçip, dama çıkan tahta merdivenin yanında durdu. Oradan öte gelmedi, araba yoluna çıkan yokuşa doğru baktı. Her daim beline sarılı olan sarı sırmalı kuşağına elini attı. Biz çocuklar, o kuşakta bitmeyen bir şeker, lokum, badem ya da ceviz kaynağı olduğunu bildiğimizden, cıvıldaşarak fistanının eteklerine yapıştık. Yeşil çiçekli mor fistan, ebemin yüzü gibi dalgalandı ve yeniden çiçek açtı.
“Ah guzumm, babanıza selam edin. Takatım yok yokuşu çıkmaya. Hayırlısıyla sizi yerleştirsin, gelip beni de alsın.” dedi ve iki elinin pütürlü ve kına kokan avuç içleriyle hepimizin yüzünü sıvazladı. Mırıl mırıl bir dua dilinde, bir damla yaş süzüldü gözünden. 
        Yola düştük böylece; dayım, annem ve biz, üç küçük kız. Neredeyse bir gün süren otobüs yolculuğundan sonra geldiğimiz Diyarbakır, hiç de haritadakine benzemiyordu. Taş da vardı, toprak da. Ama ilk haftalar annem dışarıya salmadığı için, valizin kenarına sakladığımız bir torba taş bize oyuncak oldu.
        Bir akşam babam eve erken geldi. Annemle ayaküstü bir şeyler konuştular fısır fısır. Annemin eli karnına gitti:
        “Ya sen yokken gelirse. Yol bilmem, iz bilmem burada.” dedi.
        “Hacı amcalar üst katta, onlara tembih ettim, sen merak etme. Anamın durumu ağırlaşmış, gidip bir göreyim dünya gözüyle.” diyerek çantasını aceleyle toplayan babam, biz arada oynarken kafalarımızı okşayıp evden çıktı. Annem, mutfağa girip sessizce yemek hazırlamaya devam etti.
        Gün kaç saat, kaç saat bir gündü bilmiyordum o zamanlar. Dört ya da beş gün sonra dediler, babam döndü. Ağzını bıçak açmadı bir süre. “Eben ölmüş.” dedi annem, “Uslu durun!” dedi. Anlamadım ama uslu durdum. Sonra babama sordum, niye ölmüştü? Ölmek, gelmemek üzere uzak bir yerlere gitmekti. Biz de uzaktaydık, hem de çok uzak ama dönecektik, yani ölmemiştik. Babam sustu. Oturduğu yerde karardı, öyle karardı ki; oturamadı, kalktı bir sigara yaktı ve sustu. Evimiz giriş kattı ve karanlıktı. Mutfağa girmemiz yasaktı çünkü yerde bir gider deliği vardı ve fare geliyordu bazen. Kapısı kapalı duran o mutfak gibi oldu babamın yüzü bir süre.
        Sonra kurban bayramı geldi. Babam bir koç aldı Hacı Amcayla. Bayram günü onu kesti. Alnıma, akan kana işaret parmağını batırarak, bir nokta yaptı. O kan orada kurudu, ben de sustum. Etler eve alındı, bayram sabahı kahvaltıda ciğer yenirdi. Babam, ciğeri doğramaya başladı. Ben de yanında oturuyor, onu izliyordum. Zarını ayırıyor, damarları çıkartıyor, küçük parçalara ayırıyordu kalan parçayı. Bana bakmadan konuşmaya başladı:
        “Bak, ebenin bu damarları tıkanmış, o yüzden öldü.” dedi ve sustu. Oldukça makul bir açıklamaydı. Damarlar niye tıkanır bilmiyordum ama ölüm, nedeni olan bir şeydi. Başka soru sormadım. O günden sonra et de yemedim. Her bayram sabahı babamla kurbanı kestik, eve getirdik ve ben ciğeri pişirdim. Herkes yedi, ben yemedim. Yiyor gibi yaptım.
        Bir kaç ay sonra annemin sancısı tuttu. Babam evde yoktu. Hacı anneye gittik ablamla. Dilimizi bilmiyordu ama derdimizi anlıyordu. Çocuk sayısında adı geçmeyen, benden bir kaç yaş büyük olan,  Güler'e bir şeyler söyledi. Koşarak beraber sağlık ocağına gittik, ebeyi getirmeye. Ebe gelince biz çocuklar yukarı çıkartıldık. Ben, bir şekilde kaçtım, eve indim. Annem, kısık kısık inliyordu; ebe, “haydi” diyordu. Saklandığım yerden, içeriyi tam göremiyordum. Oracıkta sessiz sessiz ağladım, sonra dışarı çıktım. Kapı önünde otururken, babam geldi ambulansla. Ama dördüncü kızının da doğumunu kaçırmıştı. Ebe, kucağına bebeği verdi ve babam, kulağına "Ünzüle" dedi. Ebemin adı. Kimse bir şey demedi. Ölülerin adını koymak, adettendi.
        Şimdi bu hastanenin loş odasında, Ünzüle yanımda yatıyor. Babam, ısrarla üstümü örtmek istiyor. Ben, terliyorum. İlaç kokuları, kan kokuları arasından ölümün kokusunu alıyorum ve bunalıyorum. Yarın sabah ablam doğum yapacak, onu düşünüyorum.
        Hastanede bebeği kucağıma aldım, bir erkek bebek! Tavşan yavrusu gibi ama tüm sayılarda adı olacak, yeri olacak bir bebek. Kulağına adı söylenirken ağlıyorum. Adı “Mert”. Babama götürüyoruz bebeği üç gün sonra. Hastanenin girişine indiriyoruz tekerlekli sandalyeyle, doktorlardan izin alıp.
        “Adın gibi mert ol!” diyor babam ve ben, adı babam gibi “Baki” değil diye, sevinçten ağlıyorum bu sefer.

15 Mart 2018 Perşembe

MONOLOG*



Talihsizliğin kasırgasıyla savruldum,
Ne küreğim vardı, ne dümenim,
Bir fırtına sürükledi evimi benim
Uçsuz bucaksız denizin üzerine

Vasily Andreyevich Zhukovsky


Barış: Sadece kemanımı aldım yanıma. Kutusunun içine, bestelerimi de koydum. Yola çıkmadan önce ülkemle vedalaştım. Tek istediğim müzik eğitimi almak. 22 yaşındayım ve burada, doğup büyüdüğüm ülkede, kemanımdan çıkan ses bana yetmiyor. Daha iyisi mümkün biliyorum ama burada bana kapılar kapalı.
Serpil: “Sonsuz yaşamın düşünü kurdum, bu vaat edilmiş topraklarında barışın; kokulu yerlerin hayalini düşledim.” Ben söylemedim bunları. VA Zhukovsky yazmış, yıllar yıllar önce. Ben okudum ve hissettim ne demek istediğini. Sonra da gittim, adını koluma dövme yaptırdım. Benim ülkemde isminin telaffuzu bile zor ama değil mi ki o benim hislerime tercüman olmuş, ben de onun adını kazıdım vücuduma.
Barış: Sınavları geçmem, birilerini tanımam, ailemi ikna etmem lazım burada eğitim için. Hiçbirini yapamadım ülkemde. Gittim gördüm, Avrupa'da her şey farklı olabilir. Sadece kemanımı çalarak var olabilirim. Sadece keman çalmak, hiçbir şey düşünmeden, ne büyük hayal! Ama bunu gerçekleştirebilirim, gördüm bunu. Tek yapmam gereken vize almaktı, alamadım. Para biriktirdim ben de. Gündüz sokaklarda, gece meyhanelerde keman çaldım. Gözleri alkolden dumanlanmış insanların, önce neşeli, sonra efkârlı isteklerini döktüm kemanımın tellerinden. Şimdi bu geminin, güvertenin altındaki deposunda 15 kişiyle beraber yola çıkmayı bekliyorum. Afganlar, Suriyeliler var etrafımda. Dillerini anlamıyorum. Onlar da benim elimdeki kutuyu anlamıyorlar. Tüm umutları, boyunlarına astıkları küçük çantalarına ya da ceplerine sığmış. Benim hayallerim ise elimde tuttuğum bu keman kutusunun içinde.
Serpil: Oysa isterdim ki; babamın adını kazıyayım, sadece vücuduma değil, tüm yaşantıma. Ama olmadı, ben bebekken ölmüş babam. Annem bana bakamadığından, evlatlık vermiş beni. Bir daha da arayıp sormadı zaten. Yeni aileme de şans getirmemişim. Ben üç yaşına gelmeden, annem yerine, bana sarılıp koklayan kadın ölmüş. Bildiğim tek babam, nasıl baksın tek başına bana, tekrar evlenmiş tabi. Hayal meyal hatırlıyorum onun ölümünü de. Beş yaşımda yoktum herhalde, uzaktan üvey annem ve onun iki kızıyla beraber tekrar yetim kaldığımda.
Barış: Onlar savaştan kaçtıkları için buradalar. Benim adım ise savaş olmasın diye konmuş zaten. Onların aradığı barışı, ben nüfus cüzdanımın ad hanesinde taşıyorum. Ama aynı geminin sintinesinde beraberiz şimdi, savaş ve barış. Savaş, onların dalıp giden gözlerinde devam ediyor; barış, benim keman kutumun içindeki bestelerde. Eşit koşullarda değiliz ama su seviyesi hepimiz için de eşit şimdi bu gemide. Muhtemelen aynı parayı verdik, aynı kıyıya çıkmak için. Ödediğimiz bedel ve karşılığı farklı olsa da.
Serpil: Akdeniz kıyısındaki bir şehrin, baraj gölü kenarındaki küçük bir ilçesindeyim şimdi. Belki de sadece bana küçük, bilmiyorum. Ben şiir okumayı seviyorum ve şiirlerde vaat edilen topraklarda yaşamak istiyorum. Bazen nefes alamıyorum. Karanlık suların dibine batıyormuş gibi hissediyorum. Sonra bir bakıyorum, zaten her yer karanlık. Nereye tutunacağımı bilemiyorum. Çapası kaybolmuş bir kayık gibi sürükleniyorum ve çoktan dibe batmış olması muhtemel kayıp çapaya özeniyorum. Derinliklerde mutluysa, beni de yanına alsa ya diye düşünüyorum. En çok bunu düşünüyorum bu sıralar, ipi kopup dibe batmış bu çapayı.
Barış: Ege sahilinde bir kasabadan bindik gemiye. Gizli yüküyle beraber, Ege ve Akdeniz'i geçip Avrupa kıyılarına çıkartacak bizi. Hepimizin aklında bu hayal var. Ben, dalgaların kıyıya attığı renkli bir deniz kabuğu gibi sahile çıkma hayali kuruyorum. Yanımdaki Suriyeli, eminim bir pet şişe olarak bile kıyıya vursa razı. Gemi sallandıkça, açık denizde yol aldığımızı anlıyorum. Karanlık ve kesif bir koku sarmalamış durumda etrafımı. Önce gözüm karanlığa, sonra burnum kokuya alışıyor. Ama içimi sarıp sarmalayan korku bir türlü geçmiyor. Oturduğum yerde iyice büzülüp keman kutuma sarılıyorum. Gözlerimi kapatıp büyük bir salonun sahnesinde keman çaldığımı hayal ediyorum. Alkış beklerken, karşımda oturan Afgan adamın kusma sesi geliyor kulağıma. Tekrar karanlık, tekrar koku ve korku kaplıyor her yanımı.
Serpil: 26 yıldır yaşadığım hayatı düşünüyorum bir de. Sürekli Rus yazarların kitaplarını okumamın ve odamın duvarlarına şiirlerini yazmamın, depresyon belirtisi olduğunu düşünüyordu en son doktorum. Hastaneye ilk yatırdıkları zamanı hatırlıyorum. “Psikolojik bozukluk belirtisi: Rus edebiyatı!” mı yazmışlardı acaba dosyama? Daha sonra bir kez daha yatırdılar ama onu anlatmak istemiyorum. Zaten hatırlamak da istemiyorum. Neredeyse bir haftadır eve gitmiyorum. Sokaklarda dolaşıyorum. Geceyi geçirecek kuytu park ve köşeleri biliyorum artık. Parktaki ağaçlara ve etrafımı saran sokak köpeklerine Zhukovsky’den şiirler okuyarak, korkumu yeniyorum. Sonra hayal kuruyorum; ıslak çimenlerin üzerinde değil, kuru ve sıcak bir yatakta yattığımı düşlüyorum, şiirlerde vaat edilen barış ülkesini düşünüyorum. Yürüyerek gidemeyeceğim kadar uzak mı acaba? Peki, yüzerek gitsem, gidebilir miyim ki?
Barış: Çok sallanmaya başladı gemi. Fırtına çıktı sanırım. Sintinedeki tüm yolcular korku içinde. Kimi bağırarak dua olduğunu düşündüğüm bir şeyler söylüyor, kimi yüksek sesle ağlıyor, kimi sessizce gözlerini, kusmamak için iki eliyle ağzını kapatmış, oturduğu yerde sallanıyor. Ben korkmamak için keman çalmak istiyorum ama sadece kutuya daha da sıkı sarılmakla yetiniyorum. Kollarım, benden ayrı iki varlık gibi sanki. Sadece aralarına aldıkları kemanı korumayı düşünüyorlar. Birden oturduğum yerde bir ıslaklık hissediyorum. Ayakkabılarımın içinde de bir soğukluk. Depo su alıyor.
Serpil: Baraj gölünün kıyısına geldim. Hava kararmak üzere. Buradan yüzerek sadece karşı kıyıya gidilebilir, çünkü burası deniz değil. Belki başka yerlere de gidilebilir. “İpini koparıp kaybolan bir çapa nereye gider?” diye düşünüyorum. Mutlu mudur gittiği yerde? Suya doğru yürüyorum. Beni kabul eder mi, yoksa o da bir safra gibi dışarı mı atar? Bunu denemem lazım. Dizlerime kadar suyun içindeyim şimdi, üşüyorum ama alışırım nasılsa bir süre sonra. Karanlığa doğru yürümeye devam ediyorum.
Barış: Su, soğuk ve karanlık. Sürekli bir sallantı ve çığlıklar. Sintine, her yerinden su alıyor ve biz dışarı çıkamıyoruz. Titanic batarken güvertesinde keman çalan müzisyeni düşünüyorum. Ama ben en dibindeyim geminin. İlk su alan ve ilk batan yerinde. Sadece kemanımın kutusuna daha sıkı sarılıyorum. Bir can simidi gibi beni su yüzüne çıkartmasını diliyorum. Oysa dibe battıkça parçalanan geminin omurgası gibi, ahşap bir enstrüman, nasıl dayansın bu fırtınaya, nasıl kurtarsın beni?
Serpil: Tamamen suyun içindeyim şimdi. Soğuğa ve karanlığa alıştı vücudum. Daha derine inmem lazım. Kayığımın kayıp çapası en derindedir çünkü. Gözlerimi kapatıp kendimi suyun akışına bırakıyorum. Dibe doğru son bir yolculuk. Vaat edilen topraklar orada olmalı. Yeryüzünün altında. Zhukovsky’den son bir şiir okumak için ağzımı açıyorum ama ağzıma su doluyor. Hiç ses çıkartamıyorum. Kolumdaki dövmeye elimi bastırıyorum. Elimle diğer koluma tutunarak, hızla batıyorum.  
Barış: Deniz beni dibe doğru çekiyor. Oysa ben, kıyının hayalini kurmuştum. Farklı bir karada, farklı bir hayat düşlemiştim. Yeryüzündeki tek umudum, kemanım, kucağımda hâlâ. Denizin altında da tek dayanağım o, elimin tutabildiği bir tek o var şimdi. Gözlerimi kapatıp, büyük bir sahnede, keman çaldığımı düşlüyorum. Tabii ki Mendelssohn! Kulağıma E Minor konçertonun ilk notaları dolarken, ağzıma ve burnuma deniz suyu doluyor. Nefes alamıyorum… Müzik, devam ediyor… Tanrım, ne kadar da güzel!
*Nisan 2017’de fırsat eşitliği bulamayıp boğularak ölen iki gencin anısına.