30 Aralık 2016 Cuma

Hocaaa, bitir artık maçı! Bitirrr!!


"İnsan suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulur."    Mevlana


2016 yılının sondan bir önceki gününe geldik, şükür... Bu yıl neler oldu, neler bitti, neler başladı muhasebesine hiç girmeyeceğim. Zira yaşananları hatırlamak bile istemediğim bir sürü olay oldu. Ülkemizin üzerine bir karabasan gibi çöken günler geçirdik, acısı /tesiri hâlâ geçmeyen...
Bir de kişisel tarih mevzusu var ki; ne siz sorun, ne ben anlatayım... Hep düşünürdüm, bize anlatılan milli /siyasi tarihin, kişisel tarih olmadan bir tarafının muhakkak eksik kalacağını. Herkes günlük tutsa, tarih yazılırken bunlar gözden geçirilse, kimbilir ne farklı hikayeler okurduk. Mesela Ankara'da ilk bomba patladığında ben size anlatırdım, onkoloji kliniğinde bir gece geçirmek için, nasıl kıl payı patlamadan kurtulduğumu. Sonra haberleri, hastane odasında izlerken yapılan yorumları anlatırdım. Ordan başka bir hastaneye, bir bebeğin ilk nefesine sahitlik etmeye gittiğimi anlatırdım. Belki ülkenin ayağına -barışa- sıkılan ilk kurşunla, benim ayağımı ilk sakatlamam arasında bir bağ kurardık. Sonra o sakat ayakla Ankara'ya seçim için dönüp, seçim günü tekrar düşerek, pekiştirdiğim ya da tüy diktiğim topallığımı neye bağlardık kimbilir. Günlerin böyle kör topal sürüp gitmesine razı olurduk belki de 2016'nın gelişiyle hastane günleri, yoğun bakım günleri başlamasaydı... Oy beni bıraksalardı da hiç ayrılmasaydım başından, yanından... Ülke, o sıralar ne kaybetti bilemem, bir bağıntı kuramam size, ben sahipsiz kaldım ey Romalılar, dostlar, yurttaşlar! Sizin olsun ölümsüz idealarınız, politikalarınız! Babalar, ölümlüymüş; ben Sezar'ı övsem ne, yersem ne! 

Gidiş yolunu gösterdim, şimdi ocak 2016'dan itibaren, ülke gündemiyle paralelllik kurarak, kişisel tarih yazımına siz devam edin. Ben şimdi yılın son günlerinde, üç buçuk yıldır neredeyse hiç yüzümün gülmediği evimi toplayacağım. Kar kış demeyeceğim, başka bir eve  taşınacağım. Çok ŞIK bir son hareket değil, 2016'nın bu yaptığı ama ne yapalım 90+2'de gol yemek de varmış kaderde. En acısı da kalenin hep kapattığım köşesinden gol yemem herhalde... Yılın son günlerinde sloganım bu; "Hocaaa, bitir artık maçı! BİTİRRR!". Bitir de önümüzdeki maçlara bakalım artık. Yeni yılda da -herşey güzel olmaz tabi de- arada güzel şeyler de olsun artık. Hem ülke tarihinde, hem de kişisel tarihlerimizde... 

30/12/2016 _ Ankara


Hocam Bittiiii!



21 Aralık 2016 Çarşamba

UNUTMAK

       


         "Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir."

                                                                                      Sait Faik AbasıyanıkSemaver




        "Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır." der Orhan Kemal. "Hatırlamak için bir hafızamız varken, unutmak için elimizde hiçbir şeyin olmaması; hayatın bize attığı en büyük kazıktır."  diye olayı, isyana teşvike dönüştürür Murathan Mungan. Ama son nokta Sait Faik'in yukarıdaki tespitidir bence; kişiselden evrensele doğru yol alan zarif bir rüzgar gibi saçlarımızı okşar ve cezasına razı bir teslimiyeti bize bırakır.
      Unutamayacağız arkadaşlar, kabullenin ve vurmayın kafalarınızı artık duvarlara. Herşeyi göreceğiz, bileceğiz; her bir şeyin farkında olacağız ve herkesi anlayıp kabulleneceğiz. Kızdığımız, kırıldığımız herşeyi affedeceğiz. Vurmayın dedim o kafayı bulduğunuz yere!

... devam edecek...




15 Kasım 2016 Salı

Gülden Kaçmak, Yeni Bir Dünyaya...


"Ay gibi ölü bir yere ulaşma düşüncesi, insanlara dünya üzerindeki diger insanlarla iletişim kurma düşüncesinden daha heyecan verici geliyor.
Dünyayı kurtarmak, hatta kendi kendimizi
kurtarmak bizi ilgilendirmiyor.
Bizi ilgilendiren bu gezegenden kaçmak.
Bize sundugu vaadi yitirinceye kadar yeryüzünü kuruttuk."

Henry Miller / Hatırlamayı Hatırlamak





Onbir kuş lazım bana
Zira 10 canımı da kullandım...
Yeni bir dünya lazım değil,
Kaçak Prens gibi gülden kaçılmaz ki...

19 Ekim 2016 Çarşamba

Sevmek...



Sen Aydınlatırsın Geceyi  / Onur Ünlü



       Sevmek, sahip olmak değildir. Sadece seversin; dünüyle, bugünüyle, yarınıyla. Gerçek sevgi; değişim, mülkiyet talep etmez; daimi yol arkadaşlığı vadeder. 
         Kafa kafaya, yan yana kusmanın saadetinde buldular aşkı, 
         Ama yetmedi zamanı durdurmak kavuşmaya,
         Şiir okumanın affetmeye yettiği yerde..

Bu hikayeye de bu şiir yakışır:


ALTI ÜSTÜ BİR!

Köprünün altı keder
üstü atlama isteği
neylersin ki
kanatsız yaratmış mabut
kuş olup uçamam
gelemem yanına ha deyince
heves eder
şarap içer
söverim böyle gönlümce
köprünün altı keder
üstünde bir bok yok!

                           ALİ LİDAR

18 Ekim 2016 Salı

İtirazım Var!


       İnsan sadece suçluyken kaçmaz. Bazen suçlandığın için de kaçarsın. Ama bir kere kaçmaya başladıysan, bir şeyleri de muhakkak kaçırırsın elinden. Bazen gençliğini kaçırırsın, bazen geleceğini, bazen de aklını. Fakat işin en güzel tarafı da bundan sonra başlar. Çünkü aklını kaybedince, korkularından da kurtulursun. Bu da seni özgürleştirir. Çünkü sadece korkaklar kendi akıllarına güvenirler. Ve bütün korkaklar, hakikatın esiridir. Oysa hakikat akılla ya da başka bir şeyle kavranılmaz. Hakikatın ancak parçası olunur. Bunun için kurtul: geçmişinden, geleceğinden, aklından. Kainatta ne varsa şu anda oluyor, görmüyor musun? Sadece burada, sadece şimdi. Gözlerini kapa, kalbini aç, aklını da bırak gitsin... 

                                                                           Onur Ünlü / İtirazım Var


Diyecek çok şey var da... Sonra..

15 Ekim 2016 Cumartesi

Vay Arkadaş! Ben neymişim!

Yeni dönem edebiyatçılarını takip etmeye çalışan biriyim. Ha takip edip de ne yapıyorsun derseniz, dayanamıyorum, şu dergilerin hepsini alıyorum; Ot, Kafa, Bavul, Kafkaokur... Hatta ergen gibi mizah dergilerini de alıyorum; Penguen, Uykusuz, N'aber... Ve tabii ki hepsini okuyorum. Yalnız bir insansanız ve bol bol seyahat ediyorsanız, bu dergiler sağolsunlar iyi yol arkadaşıdırlar.

Bu yeni yazarları da seviyorum valla. Ali Lidar malum, aşkımı ilan etmiştim daha önce. Tarık Tufan olsun, Sinem Sal, Nermin Yıldırım, hatta Nihat Sırdar - ailemden biri kendisi-, Nejatım İşlerim... Daha niceleri ve Angutyus'u unutmayayım ve Ozan Önen'i tabi ama şimdi telaş sardı, kimleri yazmayı unutuyorum acaba diye. Konu şu ki bir vakittir düşünüyorum Hakan Günday hakkında. İyi yazar velhasıl, enternasyonel başarılarını da tabii ki takip ve takdir ediyorum. Ama ne yalan söyleyeyim (ne söylesem... ne söylesem?...) aynı sempatiyi duyamıyorum, diğerlerine duyduğum. Diyorum ki niye? Yazdıklarını okurken kendimi söylenirken buluyorum, 'he Allah'ın ukalası, he bi sen biliyon Allah'ın dombilisi'. Ne ayıp ya denir mi öyle? Adam iyi yazar, çekemiyorsun bence.. 'Tabi canım, nasıl çekeyim onu, belediye çeksin onu ayrıca koduğumun agresifi'. Neyse, işte böyle bir iç tartışma hatta çekişme konusu benim için Hakan Günday, sevdiğimiz bi arkadaşımız bu arada, saygılar abi!

Biraz önce bir test çözdüm, malum internet testlerinden. Mevzu şu: "Son Dönem Edebiyatçılarından Hangisi Senin Ruh Eşin?". Bu kadar laftan sonra kimin çıktığı aşikar; ruh eşim huysuz, patavatsız, suratsız Hakan Günday çıktı.






Hep derler ya, insan kendine benzeyeni sever diye; işte ben bu lafa pek katılmam. İnsan, kendine benzeyeni ilk bakışta sevebilir evet, ortak yön çoktur, hemen anlaşabilir. Ama uzun vadede olacak olan şudur; insan kendi hatalarını, mallıklarını, gereksiz takıntılarını, hiç yok dese de yarım kahve fincanı olan egosunu karşıdan gördüğü zaman, buna katlanamaz. Çünkü karşısında bir karbon kopya vardır ve bundaki hatalar baskı hatası denilip geçilecek türde değildir, en azından kimse görmese de kendi görür. Ve bu dünyadaki insanların en dayanamayacağı şey, kendi hatalarının yüzüne çarpılmasıdır; hele ki böyle kanlı canlı karşısında görmek çileden çıkartır.
Velhasıl Hakan Günday'a olan gereksiz tepki ve gizli hayranlığımın da bilinçaltı çözümlemesini böylece yaptıktan sonra bugün rahatça uyuyabilirim. O kızdığım çekilmez, uykusuz, aksiii, nalettt adamın aslında kendim olduğunu bilerek! Ohh misss, dünyanın tüm ukala dümbeleği dombilileri birleşin! Yiyin birbirinizi!

14 Ekim 2016 Cuma

KUŞLARDAN BİR GÜN

      "İntihar etmek isteyen bir kuş bunu nasıl yapar? Yükselebildiği kadar yükseğe çıkıp, sonra boşluğa bırakıp kendini ve çırpmayarak kanatlarını toprağa çakılarak mı? Yoksa kanat çırpmak, bir tür refleks mi? Yani isterse eğer kendini boşluğa bırakan bir kuş, kanatlarını çırpmamazlık edebilir mi?
         Sahi, ölmek isteyen bir kuş, nasıl intihar eder?"
                                                                                                 Tesirsiz Parçalar / Ali Lidar






      Bütün gün intihar ederek yaşamına son veren, yazar ve şairlerin hayatlarını, şiirlerini okuyarak, düşünerek bir gün geçirdim. Oysa başlangıçta sadece Ahmet Oktay'ın bir şiirini arıyordum - durduk yere kafama takılan- "Ödeşmiyorum seninle sevgili yaşam.. / Uzlaşmıyorum da!". Ordan 'Yol Üstündeki Semender'e, oradan da intihar eden şairlere geçtim. Arada günlük işlerimi yaparken, projeleri incelerken, makam-mevki için arkadaşlığı unutanları düşünürken okuduğum satırlar kafamın içinde döndü durdu.. Sonra akşam oldu.
      Serviste kitabımı açtım ve okumaya, kaldığım yerden devam ettim. Sayfa 175, Tesirsiz Parçalar ve beklenmeyen tesir; yazar Ali Lidar'a aşık oldum! Hayır, aşk, bu kadar basit, kolay bi şey değil. Benim gibi güzel her şeye sevinen, yanlış her şeye üzülen biri için bile değil.. Öyle işte, aşık oldum...
      Eve geldim, yüzümde aptal bir sırıtışla. Çöpü kapıya koydum, bi bira açtım. İki bira, yarım paket sigara ve biraz müzik sonra kitabın sonuna geldim:
      "Sahi, ölmek isteyen bir kuş, nasıl intihar eder?"
      Sabaha kadar ağlatır bu soru beni, annem üzülmese, öldürür de.
      Evet, içimde bir boşluk. Tıpkı "Diş çürüğü oyuğu kadar kirli, can yakan ve zavallı bir boşluk var içimde...". Boşken, hep dilim / aklım o boşlukta. Dolunca, kısa bir an rahatlıyor. Sonra da içini dolduran o şey canımı yakmaya başlıyor. Azimle temizliyorum içini, sonra boşluk hissi canımı acıtıyor. 
      "İçimdeki boşluk ağrıyor her gece ve ben o ağrıyı neyle kesebileceğimi çok iyi biliyorum aslında. Ama onu bile beceremiyorum. Korkuyorum."

10/10/2016 / Tepebaşı Dük'üne...

20 Haziran 2016 Pazartesi

SEN ZATEN HER ŞEYDEN küçüksün!



"Gençlik, bir perspektif yanılgısı; aşkın, yalanın, acının, sevincin, edebiyatın, rezaletin, her şeyin işte, büyüklüklerini yanlış hesaplıyor gözün. Her şey olduğundan büyük, sen zaten her şeyden küçüksün."

Ece Temelkuran



     Yaktıklarımı, yıktıklarımı, esip gürlediğim zamanları hatırladım; düşündüm, her şey gerçekten bir perspektif yanılgısı mıydı acaba, diye. Sorun verilen tepkide değildi belki de; öyle çok sevmenin, öyle derin güvenmenin, hayal kırıklığı denizine aksi, işte böyle parlak, işte böyle göz alıcı ve unutulmaz oluyordu demek ki.. Bir nevî etki-tepki teorisiyle oldukça basite indirgemek de mümkün, kırık dalgaların çarpa çarpa kayalığa dönüştürdüğü hayatımı. Oysa buralar önceden - hep dutluk olmasa da - hep incecik bir kumsaldı, basanın ayak izinin kaldığı, görenin dokunmadan geçmek istemediği, göz alabildiğince uzanan sıcak ve güneşli bir iz tarlası. 
     Gençlik böyle bir şey işte! Sevdiğin, dünyanın bir tanesi, ruhun erisin varlığında istersin, o şekil.. Sevdiğin şair-yazar, başka bir dünyadan sanki, Allah'ın bir lûtfu... Bir de acı meselesi var ki, kör kuyularda merdivensiz kalmak hafif kalır.. İlk acılar her zaman en çok yaralayanlardır, bu acıyla yaşayamam ölürüm sanır insan ve belki de ölmeyi her şeyden çok ister. Ama ölmez ve bir sonraki acı çekiş, bu bilinç ve tecrübeyle, geçeceği, öldürmeyeceği muhakkak bir vakâ olarak yaşanır. Belki de ilk aşk bu yüzden unutulmaz; verdiği sevinç ve acı, başka hiçbir şeyle mukayese edilemediği için. Bir daha öyle hesapsız bir teslim oluş, ölümü arzulatan bir acı asla yaşanmayacağı için.
     Çünkü gerçekten aşkımız o kadar yüksektedir ki kendimizi acı çukurlarında buluruz, okunacak o kadar çok kitap vardır ki hiçbir şey bilmemenin ızdırabını yaşarız, dünya öyle kirli ve kötüdür ki bu dünyada acı çekmekten başka ne yapabiliriz ki! Zira gerçekten tüm bu devasa sorunlarla mücadele edemeyecek kadar küçüğüzdür. Ya da karşımızdakileri dev aynasında görürken, kendi yansımamızı çok küçük görürüz...
     Hâliyle verdiğimiz tepkiler de yakıp - yıkmaya ya da sevip - yüceltmeye meyilli oluyor. Bunca geçen zamandan ve yaşanan onca şeyden sonra, geriye dönüp bakıyorum ve gülümseyerek, öğreneceksin küçük kız diyorum. Şunu şöyle yapma, bunu böyle etme demenin bir faydası yok çünkü; biliyorum ki yine yapacak, yine sonsuz sanıp aşık olacak, yine ben bunu hak etmedim deyip kırılacak ve yeter artık deyip, yakacak bindiği gemileri.. Yine sıfırdan başlamayı göze alacak, küllerinden doğmayı, kendisi keşfetmişcesine, marifet sayarak...
     Ve hayat eninde sonunda her şeyin gerçek büyüklüklerini görmesini sağlayacak. Kalbini sakinleştirmeyi, öfkeye ve isyana ilk kıvılcımla kapılmamayı, ait olmadığı hiçbir yere teslim olmamayı öğrenecek. Ve sonunda görecek ki tüm bu evrende, nasıl ki acılar ve sevinçler abartılı tepkileri hak etmeyecek kadar küçükse; kendisi zaten hakikaten küçük!     


22 Mart 2016 Salı

Kelebeğin Valsi



Dün İstiklâl Caddesi'indeki patlama haberiyle güne başladım. Orada olma ihtimali olan arkadaşları aradım hemen, tıpkı geçen hafta Kızılay patlamasında onların beni aradığı gibi..
İstiklâl'e ilk gittiğim zaman hâlâ hatırımda. 2004 yılında, meşhur dibe vurmaların birinde, iş adı altında, işten bi'haber bir partnerle ilk İstanbul'a gidişimdi. İstiklâl caddesine girer girmez ve hele ki bu müziği duyar duymaz, tüm kara bulutların dağılıp, nasıl içimin bir mutlulukla dolduğunu anlatamam..
O günden beri de İstiklâl caddesi benim için bu müzikle özdeşleşmiştir. Ne aramıştım, kim bunu çalan, bestecisi kim diye :) Kafamın içinde bu melodiyle aylarca dolaşmıştım.
"Waltz of the Butterfly" / Azamat Seitkaliyev with the St.Petersburg Lyric Ensemble. Bu bilgiye kendi kendime ulaşmam kolay olmadı, o yüzden kıymetini bilin.
Besteci ise ayrı bir güzellik, Eleni Karaindrou, bu şarkıyı Angelopoulus'un "O Melissokomos" -Triology of silence üçlemesinin ikinci filmi için bestelemiş. Ne de güzel yapmış!
Şimdi; İstiklâl Caddesi'ni belleğimdeki canlı ve cıvıl cıvıl, her defasında bana hayata dair umut veren hâliyle hatırlamak istiyorum, yine fonda bu melodiyle...
Yaşama alanlarımızı daraltmak isteyenlere inat! Hep sığınaklarımıza saldıranlara inat! 
Aynen yukarıdaki klipte olduğu gibi; çivilerle kaplı olsa da hep hayatlarımız, her şeye inat aşkla ve umutla dans etmek zamanı!  

20/03/2016


Hâl-i pür-melâlimiz




TELGRAFHANE

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.



1952   /  Melih Cevdet ANDAY



Durumumuzda pek bi' değişiklik yok sanki 1952'den beri...
Issız bir telgrafhâne değil belki ama hepimiz twit kuşları olduk, 
sesler alıp, sesler veren..
Gözümüze uyku girmez doğru; düzelmeden memleketin hâli, 
düzelmeden dünyanın hâli..

14 Mart 2016 Pazartesi

İyi misin?

Cüneyt Arıkan'ın kalemine sağlık.

    İyiyim demeye utanır olduk. Bu kadar insan ölmüşken, bu kadar insan yaralanmışken ve bunca yürek acıyla yanarken. Evet, merak etmeyin iyiyim (!), yok evdeyim, çıkmıyorum bi' yere. Arayan arayana, her konuşmada biraz daha iyi olma hâlinden uzaklaşarak, aynı replikleri tekrarladım. 
    Dün Kızılay'a gidecektim çünkü yorgundum, hayattan kopmuştum; çünkü Kızılay'a hayatı hissetmeye gidilir, hayatını kaybetmeye değil! Belki sinemaya gidecektim; belki Karanfil'de, Konur'da turlayıp, bi' bira içecektim, biraz müzik dinleyip, benim dışımda akan hayatı izleyecektim.. Belki yine kaybolup, kendimi yine Nefes'in önünde bulacaktım; çünkü Kızılay'da, hayatın kalabalığına karışılıp kaybolunur, hayat kaybedilmez! Belki İzmir Caddesi'den yün alacaktım, belki düğme.. Güvenpark'ta güvercinlerin bana yol vermesini gülümseyerek bekleyecektim; "Benim ülkemde güvercinleri vurmazlar" diyen Hrant'ı hatırlayacak, içimde erguvanlar açacaktı belki de... Çiçekçilerden iki demet nergis alacaktım belki de; bir hafta boyunca eve her girdiğimde, mis kokularıyla mutlu etsinler beni diye.. Durakta otobüs mü dolmuş mu diye kararsız kalacaktım, kimbilir belki de havaya uçacaktım ama otobüs saatini tututurdum diye mutluluktan değil! 
    Şimdi herşeye inat Kızılay'a gitmeli! Bunlara alışmamız lazım diyen yetkilere (!) inat, ülkeyi sırf ezik bir ego uğruna, yangın yerine çevirenlere inat! Bombalar uzaklarında patlıyor diye, umursamaz hayatlarına devam edenlere inat! Çünkü Kızılay'da isyan edilir! Çünkü Kızılay'da, size inat, ölüm değil, hayat vardır, YKM'nin önünde buluşulur o hayatla! 
     Ölmedim ama iyi değilim, Kızılay'da değildim ama yaralandım, hem de çok yaralandım...

"Vahşet vahşetle açıklanmalı.

Tazeyken yanık et kokusu,
Kılınabilir mi beş vakit namaz?
Hangi kösnü, hangi düş,
Hangi dua unutturabilir,
Toplu mezarları?"                             Ahmet Oktay



9 Mart 2016 Çarşamba

Ms. World; "Bugün başım ağrıyor, olmaz" dedi bize (!)



   Nasıl oldu da böyle bir akıl tutulmasının yaşandığı, böylesine umut yiyen bir karanlık dönem bizim kısa yaşamımıza denk geldi bilemiyorum. Muhakkak ki dünyanın yedi milyarlık tarihinin yanında bizim kişisel tarihimizin bir önemi yok. Ama ne yapalım ki bizim ömrümüz de 60 - 70 yıl ve muhtemelen de bu koca dünyanın yaşam seyrinde ya ergenliğine denk geldik ya da regl sancısına. Düşünüyorum, düşünüyorum bu global çılgınlığa, devrimizin farklı coğrafyalarındaki yöneticilerinin hepsinin birden yine bu derece global (!) olmasına başka bir açıklama bulamıyorum.
   Hergün yeni bir "yok artık" haberiyle karşılaşıyoruz ve ertesi gün hatırlamakta bile güçlük çekiyoruz, yeni bir gündem maddesiyle uğraşmaktan. Ve bir süre sonra hiç birşeye şaşırmamaya, tepki vermemeye başlıyoruz. Ne öldürülen bir kadına, ne suların içinde kaybolan bir mülteci çocuğa, ne de idarecilerin yeni bir yolsuzluk haberine ya da ırkçı ve egoloman bir söylemine..
   Biz bir grup düşünmekte ve aydınlığa inanmakta ısrar eden insan topluluğu ise bir çıkar yol bulma konusunda umudumuzu günden güne kaybediyoruz. Ya Zweig gibi insanlığın bu acısına dayanamayıp, kendi macaramızı sonlandıracağız; ya da Hemingway gibi çocukça bir hayalin peşinde kendi maceramızı yaratacağız.
   Biz yine acı çekeceğiz, yine ağlayacağız belki ama yine güleceğiz, yine okuyacağız, yine müziğimizle dans edeceğiz. Fakat dünyanın bu dayanılmaz ve sebebi bilinmez migren ağrısı geçtiğinde, tarih yine faşistleri faşist, hırsızları hırsız diye yazacak. Tıpkı Barış İnce'nin dediği gibi..
   Gelecek nesiller de yine bu ince, bu güzel adamları aşkla anacak, bir de binip gittikleri o güzel atları güzel türkülerle yaşatacak..








2 Mart 2016 Çarşamba

YAŞASIN OYUN TEYZESİ GELMİŞ


Anne modelim
   
   Anne olan kadınlara hiç dikkat ettiniz mi? Birden bir özgüven, bir kararlılık, bir güç gelip oturuyor bakışlarına, tavırlarına. Dünyayı feth etmiş bir kumandan edasıyla kucağa alınıyor o bebek; bir nevi taç giyme töreni gibi. Ve ömrünün geri kalanında anlat anlat bitmez, hamilelik ve doğum hikayeleri yerleşiyor dillerine. Erkeklerin askerlik anıları geliyor aklıma, bu muhabbetlerin ortasına düşünce.
   İşin aslı ne askerlik yaptım, ne çocuk doğurdum; yani bu genelgeçer muhabbetlerde bana susmak düşer genelde. Ama bu beni durdurabiliyor mu? Hayır! Vaktiyle Hava İkmal Bakım Merkezinde koskoca üç ay staj yapmışlığım var (son anda istihbarat subayı tarafından yanma tehlikesi atlatmış olsa da - bu başka bir hikayenin konusu), al sana askerlik!
   Sonra iki kardeşim ve çok yakın üç beş arkadaşımın bizzat hamilelik ve doğum olaylarına eşliğim var ki sonsuz empati yeteneğimi düşünürsek, anne yarısından fazlayımdır, sanırım. En azından 3/4 anneliğim vardır yani..
   Ama çocuk terbiyesi konusunda sıkıntılarım olduğunu oy birliğiyle kabul edebiliriz. Öncelikle çocuklar, gözleri açıldığı andan itibaren, niyeyse beni yetişkin olarak görmeme eğilimindeler. Hayır, çocuk ruhlu, zirzop imajı olan biri değilim. Aksine yetişkinlerin, ne yapacağı belli olmaz diye salavatla yaklaştığı, son derece ciddi ve kontes imajı olan, koskoca bir mühendisim. Bu konuyu çözemedim ama neyse..
   Arkadaşlarımın çocuklarıyla az çok mesai yapmışlığım var. Bir kere, çocuk bırakılacak emin ellerden biriyim, yani inşallah. Sonu kötü biten hikayelerimiz de var zira. İlk tanıştığımızda, Şebboy teyze ya da Cepboy teyze diye başlayan muhabbet, ilerleyen saatlerde abla, ordan şebboy, coccoy, hey corca doğru evriliyor maalesef. Eee benim de bir karizmam var ama laf anlatamiyorsun ki elin çocuğuna. Çocuk kendinin olacak, evire çevire, yok ya o da olmadı. Bakınız yukarıdaki anne modelime.
   Netice itibariyle ben buyum yani. Bir arkadaşımın dört yaşındaki oğluna bir hafta baktım, hem de babasının nezaretinde, çocuk kimyasal alerjisine yakalandı, yediğimiz jelibon ve gofretlerden olduğu söyleniyor ama reddediyoruz tabi. Yeğenimle yaptığımız suç ortaklıklarından, sabahlara kadar çizgi film izlemelerimizden bahsetmiyorum bile.
   Çocuklarına şeker, çukulata, cips felan yedirmeyen anne babalara da ayarım. El kadar çocuk onlar, şu kadarcık mutluluk esirgenir mi hiç. Niye en sevilen teyze benim, niye bana gelmek istiyorlar sanıyorsunuz.
  Evet, abur cubur seviyorum, yiyorum, yediriyorum. Evet, Tsubasa izlemeden uyuyamıyorum (ah ulan, bula bula kapatacak Yumurcak TV'yi buldular, uyku düzensizliğimin sebebi hükümet), rüyalarımı bile bazen cartoon görüyorum.
   Ben buyum; gencim, güzelim, akıllıyım; beğenmeyen oğluna almasın diyeceğim ama maalesef ayarlarımın çoğunun annesi sizlere ömür..










29 Şubat 2016 Pazartesi

MAVİ KIRIKLARINA DAİR  *

        Yine böyle bir gündü. Her zamankinden farklı olmayan ama farklı bir şeyler olması istenen ve sanki hissedilen bir gündü. Oysa ki tek değişiklik, birkaç gündür yağmayan yağmurun, yeniden başlaması ve sokaklardaki insanları ve görünmeyen kedi ve köpekleri saklanacak bir yer arama telaşına düşürmesiydi. 
       O gün senin de yüreğine düşmüş müydü; mutlaka tekrar karşılaşacaktık. Onlarca otobüs arasında, bilmem niye, o otobüse binmiştim ve onlarca insan arasında gözlerim, senin hüzünlü gözlerini bulmuştu. 
      O kadar üşümüştün ki zavallı burnun, kırmızı şapkanla neredeyse aynı renkti. Zor oldu kendimi sana fark ettirmek ama yine de gözlerinin hüzünlü bulutları, kesişen bakışlarımızın sıcaklığı ile dağılırken; yanaklarının mahcup kızarmasını ve çocuk gülüşünü fark etmemek mümkün değildi. Ve yıllar sonra yine bu anı hatırlayıp, her şey o anda mı başladı diye düşünürken; bu gözlerin, çok sonraları bu bakışları kaybedip, sadece hüzünlü ve tedirgin bir kaçak bakışlarına sahip olduğunu hatırlayıp acı çekmemek... Hem kaybeden, hem de kaybedilen olarak. 
        Sonra, sonrası malûm, dediğin gibi; iki bilardo topu işte öyle karşılaşırlar, hızla birbirlerine çarparak. Bir an bütün olurlar. Dünya onların etrafında, onlar kendi etraflarında dönerler. Ve sonra ayrılmaları gerekir, farklı yönlere doğru. En çok kırılan, en hızlı kaçandır. Diğerininse onunla aynı yöne gitmek gibi bir şansı bile yoktur. Fizik, dinamik vs.. belki ya da iki bilardo topu işte, çarpıştılar ve sonra farklı yönlere doğru kırgın bir şekilde yol aldılar. Ya da sen ve ben, iki aşk ve hayat acemisi. Ne sayarsan!
       Yine de en çok gözlerini kaybettiğime üzüldüm. Dedim ya iki yaramaz çocuk gözü. İki şaşkın ama meraklı genç kız gözü. İki seven ve sonsuz güvenen kadın gözü. Bana bir daha öyle bakman için neler vermezdim. Biliyor musun, beni kimse öyle sevmedi ve kimse öylesine güvenmedi. 
      Ve bana hayat kaynağı olan gözlerinden yavaş yavaş hayatın zehrini almaya başladığım günler, yine böyle yağmurlu günlerdi. Öylesine emindim ki senin sevginin bizi hep bir arada tutacağından, fark edemedim gözlerindeki korkuyu, paniği. Niye beni bu kadar sevgine alıştırdın ve sonra sevmekten vazgeçtin. Hepsi, bütün hikayemiz, senin gözlerinde saklıydı oysaki. 
      Benim gözlerimde ise sadece, en güzel oyuncağa sahip olan bir çocuğun, gururlu bakışları vardı. Sonra ne mi oldu, aldın oyuncağımı elimden. Geriye mavi kırıkları kaldı, ellerimde ve yüreğimde. Ve şimdi seni hatırlatan her nefeste, bu kırıklar acıtıyor içimi. 
      Hani hep ben anlatırdım da sen gözlerinle konuşurdun ya artık sustum. Anlatacak bir şeyim kalmadı sevgili. Dinleyecek kimsem de...
       İşte iki bilardo topu çarpıştı ve hızla farklı yönlerde gitmeye başladı. Biri sayı oldu, kader adına; diğeri hâlâ masada dönüyor, keder adına.   



* 2004 yılının baharında, yerel bir gazetede köşe yazan arkadaşım, çok yoğunum bana bir yazı gönder, gündem/ siyaset yazıp başımı belaya sokma deyince çıktı bu yazı. Onun adıyla çıktı tabii ki ;) 

28 Şubat 2016 Pazar

MEMLEKETİMDEN ÇOCUK MANZARALARI


Hey, hey! Günaydın çocuklar, günaydın!
Hep güler yüzle karşılarsınız beni…   (*)

         Çöp ayıklama tesisine girmeden bile nefes almayı zorlaştıran kesif koku ve her yerdeki çöp yığınları gösteriyordu ki; altı ay önceki kabul günü teslim edilen, modern (!) çöp bertaraf tesisi çoktan bertaraf edilmişti. Yeni işletmecinin saha sorumlusu adamı, çatıdaki ışıklıklardan vuran günışığına rağmen dağılmayan, içerinin loş ve leş karanlığında, çevresine bakarak açıklama gereği duydu; “Fareler, fareler... Kedilerle arkadaş burada.” Kural-1, bir şantiyeci hiçbir şeyden korkmaz ve her şartta çalışır, diye içimden tekrarladığımı duydu sanırım. Gerçekten tüm hayvanat ve haşarat burada barış içinde yaşıyordu, insanlara bile aldırmadan. “Bandı yırtılan konveyörü dışarı aldık diyordunuz, bir de ona bakalım, ne yapabiliriz” diyerek hem konuyu işe getirmek, hem de biraz nefes almak istedim. 
         Dışarı çıktığımızda gördüğümüz manzara klasik vahşi ayıklama – modern ayıklama tesisleri olmayan yerlerde, yerleşim yerlerinden toplanan çöpler, çöplük alanlarına yığılır ve insanlar bu çöplerin üzerine karıncalar gibi dağılarak, geri dönüştürülebilir malzemeleri ayıklar, işte buna vahşi (!) ayıklama diyoruz. 
      Yeni işletmeciler, anladığım kadarıyla doğu bölgelerimizden bir köyü komple bu ayıklama işi için istihdam etmişlerdi. Yatacak yer var, yemek var, hem mis gibi bir çam ormanının içi, daha ne olsundu. Anneler, babalar, çocuklar komple çöplerin içinde; kâğıt, plastik, cam, metal dönüştürülebilir ne varsa ayırıyorlardı. Genç bir anneyle 2-3 yaşlarındaki kız çocuğuna gözüm takıldı. Küçük kız çok şanslıydı bugün, çöpe atılan bir oyuncak bebek ona mutluluk kaynağı olmuştu. Çöplerin arasında bebeği görünce gözleri ışıldamış, gülerek annesine gösteriyordu. Gördüğüm en başarılı geri dönüşümdü diyebilirim. Yaramaz bir çocuğun şımarıklığıyla çöpe giden gözyaşları, başka bir çocuğa gülücük ve yaşama sevinci olarak geri dönüşmüştü. Dünyayı kurtaracak olan geri dönüşüm bu, diye düşündüm; tatminsizliğin, küçük şeylerden mutlu olmaya dönüşmesi. 
       Bu sırada genç anne, küçük kızının gülerek anlattıklarını duymuyor gibiydi, zira o da çöpten plastik dantel bir örtü bulmuş, az kirli elleriyle, çok kirli örtüyü temizlemiş ve koynuna sokmakla meşguldü, ilerde işçi barakaları değil kendi evi olduğunda, bir yerlere serme hayalinin yüzüne yayılan tebessümü ile.      

Hey, hey! Günaydın çocuklar, günaydın!
Sabah akşam bıkmadan dinlersiniz beni…

      İlk ne zaman karşılaştık, nasıl tanıştık hatırlamıyorum. Belki de hafızamızın koruma rölelerinden biridir bu unutuş. Hayat bazen, insanın silemediklerini, bırakamadıklarını, göze alamadıklarını; şefkatli bir anne eliyle saçını düzeltir gibi çıkartıyor içinden. İnsan bakakalıyor, ama… diyor, susuyor. Biliyor ki onlarla özgür değil, onlarsız da eksik mi acaba… Sonuçta Tanrı’nın, insana kıyamama şekli bu galiba; yük boyunu aşınca, bırak ben taşırım bile demeden, sessizce bağlarından azat etmek.
    İşte böyle unutulması elzem günlerden birinde tanıştık boyacı çocuk Tuncay’la. Üniversiteye yeni başlamıştım. Bazen şehirde karşılaştığım, bu 11-12 yaşlarındaki çocuk, kampüs boyacılığına geçince arkadaşlığımız pekişmişti. Her gün çizmeleri boyatmak, benim için Tuncay’la harçlığı paylaşmak gibi bir şeydi artık. Otobüsten indiğim zaman, durakta beni beklerken buluyordum onu. Zamanla yanında başka arkadaşları da olmaya başladı ama değişmez gerçek, ben onun müşterisiydim. Ben sigaramı içerken o çizmelerimi boyar, bu esnada biraz sohbet ederiz. Bazen sigara da içeriz ve ben her seferinde hayret ederim; bu ağzında sigara, dudağında alaycı gülümsemeli küçük herifin çocuk olduğuna ve hayat hakkında benden daha tecrübeli oluşuna. 
     Bir gün yine otobüsten indim, rutin derse ya da sınava geç kalış günlerinden biri. Sigaramı yaktım ve mehter marşı eşliğinde fakülteye doğru koşmaya başladım. Arkamdan seslendi, “Abla, ablaa!” diye. Biran durdum, “Tuncay geç kaldım, sen al bu parayı, alacağım olsun, sonra görüşelim” dedim. Cevap vermesini beklemeden, koşmaya devam ettim. Her şeye koşarak yetişebileceğimi zannettiğim zamanlardı. Sonra bir daha görmedim onu. Arkadaşlarına sordum, onlar da bilmiyordu. Hikâyesi ne miydi? Bilmiyorum ki; iki çocuk karşılaşınca sadece oyun oynarmış, gülüşlerini paylaşırmış, acılarını değil. 

Dün gece düşündüm de renkler olmasaydı,
Yaşanmazdı bu dünyada.

      Sanayide, dışardan bakınca sıradan bir demirci atölyesinin kuytusundaki ofisimde yoğun ve gergin işgünlerinden biriydi yine. Çalıştığım projeyi yetiştiremeyeceğimi anlamanın sıkıntısıyla söylenmeye başlamıştım. Her yer toz olmuştu yine, kesin ondan konsantre olamıyordum. Yoksa on bir kaplan gücündeydim, hangi iş bana dayanabilirdi. O hırsla kalktım, aldım elime bezi etrafın tozunu almaya başladım. Tam o anda sürme ofis kapısı yavaşça açıldı, içeriye sırtında bir bebek, yanında bir kız çocuğuyla bir kadın, kafasını uzattı. “Allah rızası için ablaa” diye terennüme tam başlayacaktı ki, lafı ağzına tıktım; “Ayıp ayıp, sapasağlam kadınsın, iş var mı demek yok, anca dilenin, çalışana iş her yerde, bak onca iş arasında benim yaptığıma!” Bunu dememle pişman olmam bir oldu. Hayır, alakasız yere sinirimi zavallı kadından çıkarttığımdan değil; kadının hemen koşup “Aaa, bırak abla, ben yaparım” deyip, elimden bezi alıp, ortalığı silmeye başlamasından. Diyecek bir şey yok tabii.  
       Biranda 4-5 yaşlarındaki, esmer, cin bakışlı küçük kızla göz göze geldik. Öyle kocaman gülümsedi ki; hâlâ aklıma geldikçe içimi bir ferahlama kaplar ve gayriihtiyari gülümserim. Dizlerimi kırıp yanına çömeldim ve elimi uzattım, “Merhaba, tanışalım mı? Ben, Şebboy. Senin adın ne?” Utangaç bir gülümsemeyle küçücük elini uzatarak, cevap verdi, “Veda”.  
     Annesi temizlik yaparken, küçük Veda ile konuşmak, resim yapmak, müzik dinlemek, oyun oynamak, hatta ben çizim yaparken onun beni izlemesi ve bana sorular sorması artık benim için heyecanla beklenen haftalık terapiler olmuştu. Bu küçük çingene kızının kıvrak zekâsı, çocuksu neşesi, kirli yüzüyle tezat pırıl pırıl yüreği… 
      Derken bu ziyaretler seyrekleşmeye başladı. Annesi birkaç kez, şimdi hapisteki kocamı ziyarete gideceğim, diye çalışmadan ücretini istedi. Veda burada dursun, ben bir gidip geleyim önerisiyle de geldi. Müşterilerin şaşkın bakışları altında Veda’nın yanımda oturmasının benim açımdan bir sakıncası yoktu ama yalanla gelen tüm bu talepler tarafımdan refüze edildi. İnsanların yalan söylemesini sevmem, insanları yalan söylemek zorunda bırakmayı da sevmem. Bazı sorulara verilecek yalansız cevaplar yoksa, ruh sağlığınız açısından en iyisi, hiç soru sormamaktır. 
      Sonunda Veda, kayboldu ortadan. Annesi, çocuk esirgeme aldı dedi… Benim küçük kızım, kim bilir nerelerde şimdi…

Korktuğum odur ki kapkara bir dünyayı,
İsteyenler var aramızda.
    
     Ferzan Özpetek, geçenlerde bir fotoğraf paylaştı, sosyal ağlardan birinde. Fotoğrafta, kurşun izlerinden delik deşik, açık yeşil bir duvarda camları kırılmış bir pencere ve bu pencereden objektife gülümseyen iki çocuk yüzü. Bu fotoğraf nerede çekilmiş bilmiyorum ama şiddetin doğal olduğu, yaralı coğrafyamızın hangi kangren sızısı olduğu ne fark eder ki?
       Evet, doğrudur; çocukların hafızası yoktur. O yüzden biz onların hâline üzülürken, onlar gülümsemeye ve oyun oynamaya devam ederler. Çünkü onların dünyası oyun üzerine kuruludur. Ama sürekli maskelerin değiştirildiği, önyargılı ve şişkin egolu oyunlar değil; mutluluk üzerine, her şeyi olduğu gibi alıp, olduğundan çok daha güzel ve sevilesi yapan oyunlar. 
       Bu çocuklar hâlâ yaşıyor mu ya da hangi şartlarda hayatlarını sürdürüyor, arada aklıma düşüyor. Fakat biliyorum ki ikisi yan yanaysa, nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, gülerek oyunlar oynamaya devam ediyorlardır.

Oyun ister bazen büyükler tabancalar kılıçlar tüfekler,
Zevk meselesi bu karışılmaz.
      
       Altı yaşındaki yeğenimin süt dişleri dökülmeye başladı. Aile içinde bir telaş, bir gırgır, bir şamata… Sallanan dişini, doğum günüm var diye çekmeyi reddetti. Ee haklı; dişsiz bir Elsa Frozen prensesi olamazdı. Doğum gününün ertesi, dişimi çektim diye mutlu bir şekilde yanıma geldi.
     Klasik diş perisi hikâyesini anlattım ve sonsuz bir kredi vadeden gözlerle sordum; “Şimdi dişini yastığının altına koyacağız, söyle bakalım diş perisinden ne istiyorsun?”. Tavana bakarak, parmakları dudaklarında kısa bir süre düşündü ve kendinden emin bir şekilde cevap verdi; “Dünya barışı!”. 

Tartışılmaz zevkler ve renkler sizin olsun bütün bu zevkler,
Bırakın renkleri çocuklara.





(*) Günaydın Çocuklar /Barış MANÇO, 1989 _ Doludizgin -A5_Günaydın Çocuklar


27 Şubat 2016 Cumartesi

KARA GÜNLERDE DE OLSUN ŞARKILAR


“Kara günlerde yine de olacak mı şarkılar? 
Evet, yine şarkılar olacak. Kara günler hakkında…”             Brecht

      “Etek sarı sen etekten sarısan / Kurban olam Beydağı’nın karısan” kafamın içinde birden çalmaya başladı. Tam da yoğun bakıma inen karanlık merdivenlerden, koşar adım aksayarak inerken. Tam da nöbetçi hastane görevlisinin karşısına oturmuş, gözlerimi kapatmışken, telefon çaldı. Ne acı acı, ne neşeli; bildiğin telefon sesi. “Tamam, söyleyeyim, buradalar” dedi. Gözlerime kaçamak bakarak, “Sizi yoğun bakımdan çağırıyorlar” dedi. Ağrıyan ayağıma, telefon sesiyle çoktan çizmemi geçirmiş, ayağa kalkmıştım zaten. Duvardaki saat 2’ye çeyrek vardı. Filmde bu şarkı sonlanmadan ölüyordu değil mi “Gönül Yarası” olan esas kız?
    İşte öyle; merdivenden -2’ye inerken, kafamda çalan son şarkı, etek sarı oldu, sonra içimdeki müzik sustu.
     Yoğun bakımın kapısına gelince, zile bastım ve bir süre sonra kapı açıldı, doktorla göz göze geldik. Hiç bir şey söylemedi ya da gerek görmedi. “Kaybettik, değil mi?” dedim. Yorgun gülümseyerek, kafasını eğdi ve ellerini yana açtı; “Oturun lütfen, sakin olun”. 

“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum…”            Cemal Süraya

       Sonrası uykusuz geçen bir on gün. Anlatmaya gerek yok, hemen herkes bir gün babasız kalıyor, bu yeri doldurulamaz boşluğun yarattığı acıyı hissediyor. Dramatize etmeye gerek yok ama sadece bunu yaşayanlar karşılaştığında, bakışlarda acılar şiir kafiyesi gibi birbirini tamamlıyor. Gerisi düz bir yazı gibi düz bir taziye. 
     Daha da sonrası yalnız, bekâr evine dönüş. Günler sonrası ilk dalınan derin uykuda sitemkâr babayı görüp, ağlayarak uyanış. Bu yaşta bile babasız kalmak, kendi ayaklarının üzerinde, uçurum kenarında sahipsiz kalmak gibi… 
     Kara günlerde de şarkılar olacak, ne iddialı bir lafmış arkadaş. Sustu işte kafamın içindeki şarkı, içimdeki müzik. Nasıl bir ıssızlık, nasıl bir sessizlik, nasıl bir korku; küçük bir çocuk kaybolmuş gibi pazar yerinde.
       Nerdeyse bir ay sonra, “Have you ever really loved a woman?” şarkısıyla uyandım. Sağ olsun komşularım muhtemelen, Bryan Adams sevmediğine göre sanırım yine kafamın içinde. Ve sanırım tüm sevilmelerin ve sevilmemelerin tek adamda birleştiği iki yıllık hastane koşturmacası ve bir aylık yası bitirmek için iyi bir final şarkısı değil.
      Şimdi niye mi yazıyorum? Çünkü sevgili mutfağımın köşesindeki küçük ahşap radyomda Duman’dan “Neredesin Sen?” çalıyor. 

“Şu garip halimden bilen, işveli nazlım,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen? 
Tatlı dillim güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm, 
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?”                       Neşet Ertaş







TIKIRTI


“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır 
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım 
Bu gece dağ başları kadar yalnızım”                                        Attila İlhan

     O tıkırtı da ne? Tam yatağa yatmışsın, elindeki kitabın sayfaları yavaş yavaş göz kapaklarını kapatırken, birden odanın içinden bir yerden bir ses duyarsın. Mantıklı bir açıklama bulursan ne âlâ; ya bulamazsan. Kalorifer sesi değil, üst kattan, alt kattan değil.
        Akla ilk fare, hırsız vs. bir yabancı geliyor değil mi? Çünkü evde yalnızsın. Korktun mu? Dışarıda olsa korkmazsın tabi... İnsan, sonuçta dışarı çıkarken sadece paltosunu, ayakkabısını değil; korunma zırhını da giyip çıkıyor. 
      Biraz önce ben de bir ses duydum. Korktum mu? Yok. Şükür, yalnız değilim galiba dedim. Evde bir canlı olsun da ne olursa olsun; arkadaşım olsun, bir iki günlük mücadelem olsun diyecek kadar, yalnız ve sahipsiz bırakmayın kendinizi.
      Ha bu arada, fare kız olursa Lili, erkek olursa Maya olsun adı. Ölümsüz aşklar, bir şekilde, bir yerlerde yaşasın en azından.

“Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?
Eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı, 
Karanlık çöktü denize. 
Yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin, 
Ne yanına dönsen bir yerin kesilir fena kan kaybedersin...”           Attila İlhan